Büyük şair Nazım’ın “Akrep gibisin kardeşim” dizesiyle başlayan şiirini bilirsiniz elbette…
Hani;
“………….
Koyun gibisin kardeşim,
Gocuklu celep kaldırınca sopasını sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,
hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu Dünyada, bu zulüm senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin, - demeğe de dilim varmıyor ama-
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim! “
dizelerini de içeren ünlü şiiri.
O şiirinde Nazım Hikmet, hayatını bu işlere adamış olmasına ve tartışılmaz taraftarlığına karşın yine de “demokrasi”mizin ne kadar da sıkıntılı, ne kadar da zor gelişebilecek bir iş olduğunu çok iyi anlatmıyor mu?
*
Düşünüyorum da, zaman zaman fazlaca gerçekçi bulduğum, ama dile getirmekte zorlandığım bu şiirini Usta Şair, hala hayatta olsaydı ve soğuk savaşın hüküm sürdüğü 1947 yılında değil de bu günlerde yazsaydı acaba “akrep gibisin” yerine “kurbağa gibisin” der miydi birilerine?
Neden diyeceksiniz?
Kurbağanın akrepten daha sempatik olmasından mı?
Hayır hayır, hani içinde bulunduğu suyu hafiften ısıtılan kurbağanın durumu fark etmeden haşlanması deneyini hatırlatarak belki de…
Bileceksiniz; içinde bulunduğu su yavaş yavaş ısıtıldığında, kurbağalar artan ısıya rağmen hiç tepki göstermez, öylece durur ve sonunda da haşlanırlarmış.
Bu, olay, kendilerini “yaşamsal” ölçülerde etkilemesine rağmen bizim insanlarımızın, ülkedeki bazı gelişmelerin farkına varmadığına, ya da fark etmelerine rağmen yine de onlara bir türlü tepki gösteremediği durumlara ne kadar da benziyor değil mi?
*
“Toplum”
Adı üzerinde değil mi? “belirli bir yerdeki insanlar topluluğu”
Tıpkı aynı ülke sınırları içinde yaşayan 75 milyon tek tek insanın “birlikteliği” gibi.
Şimdi düşünelim bakalım:
O yetmişbeş milyonun her “bir”i olan “tek başına” bir insanlar hayatta neler ister?
-Huzur, istikrar, keyifli bir yaşam
-Sağlık, sosyal güvence,
-karnının doyması, daha kaliteli bir yaşam,
-İş sahibi olmak, işini geliştirmek,
-Yarınının güvence altında olması, çocuklarının geleceğinden endişe etmemek…
Peki, karşısındaki herhangi bir kişi ona bütün bunları çok gören hatta engelleyen davranışlar gösterirse ne yapar?
karşı çıkar, tepki , “bana kastın mı var” der değil mi?
Ama ne hikmetse bizde bir zamanlar, Nazım Hikmet gibi bir şairi, “bir ağaç gibi hür ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşamayı savunan bir güzel insanı bile isyan ettiren “tuhaflıklar” yok mu?
Evet, kime sorsanız bu toplumun bir “birey”i olarak kendisi için yaklaşık aynı şeyleri söyler de, iş “toplumsal” ya da “kitlesel” ölçeğe gelince, bu toplumun yarıdan fazlası her şeye rağmen yine de kendi bireysel tercihleriyle çelişen tercihler gösterir.
Örneğin,
-Ya adam, ya kadın, ya çocuğu veya birkaç yakını işsizdir, dolayısıyla parasızdır; belli ki bu parasızlık borçla bir yere kadar gidebilecek ve sonunda sefalet baş edilemeyecek hale gelecektir.
-Emeklidir, memurdur, işsizdir, iştedir ve bu dünyada sadece boğaz tokluğuna çalıştığını bilir; bundan sonra da iflah olacağı yoktur.
-İş adamıdır, bu piyasada artık kendisine ekmek kalmadığını bilir, zararına çalıştığını, ayakta kalabilmek için binbir takla atmak zorunda olduğunu anlatır özel sohbetlerde çevresine, işinin geleceğinden ümidi yoktur.
Ama her ne hikmetse bütün bunları başına getirenlere itiraz etmez, kendisi aç-sefilken çalıp çırpanların inanılmaz bir hızla palazlanmasına, ekonomideki çarkların hep birileri için döndürülmesine isyan etmez; büker boynunu oturur.
Biliyor musunuz, Türkiye yani bu 75 milyon insanın ekonomisi her yıl inanılmaz dış ticaret açıkları verir. Yani ekonomi harcadığı kadar kazanamadığı için her yıl bu açık kadar parayı ya borçlanır ya sermayeden yer. Yani bu toplum, bu devlet, bu ekonomi bir şeylerini mirasyediler gibi satmak ve küçülmek zorunda kalır.
Kaç paradan mı söz ediyoruz?
Bu paradan o yetmişbeş milyon kişi içindeki bir tek kişiye, ya da bir aileye düşen kısmı mı?
Söyleyelim:
Türkiye’nin dış ticaret açığı sadece son dört yılda (2011-2014) tam 374,4 milyar dolardı.
Biliyor musunuz, bu dış ticaret açığı 2011 yılında 105 milyar dolara ulaştığında 75 milyonluk nüfusumuzda, kişi başına düşen “açık”, sadece o yıl için 1.400 dolar ya da yaklaşık 4.000 liraydı.
Bunu 5 kişilik aile için hesaplarsak aile başına 20.000 liradır.
Son dört yılı düşünürseniz, aile başına düşen açığın 24.960 dolar ya da 72.134 lira olduğunu bulursunuz.
Bu paraların kimler için ne anlama geldiğini anlatmaya gerek yok.
İsteyen “bu benim hayatımı kurtarırdı” diyebilir, isteyen “canım sağ olsun, verdim gitti…”
Huzuru, güveni, geleceği, yaşam kalitesini bırakalım bir kenara; bu toplum acaba sadece “kese”sinden bir yılda bu kadar para alındığını, ya da cebine girmesi gerekirken girmediğini, yapılan yanlışın kendisini giderek sefalete ittiğini görmüyor, fark etmiyor mu?
Eğer fark ediyorsa; niye büyük çoğunluğu tepkisiz, niye bu “gidişat” kendisinden her yıl şu kadar “kopardığı” halde, hala giderek haşlanmakta olan bir kurbağa gibi olan bitene kayıtsız durmakta, yeter artık dememekte, sıçrayıp kendini o kötü sondan kurtarmayı düşünememekte?
Kişisel olarak kabul edemeyeceğimiz “durumlar”ı nasıl oluyor da “toplumsal” olarak pek umursamıyoruz?
Ey Nazım Usta!
Çok kızsan, bir türlü anlam veremesen de, sen o şiiri yine de bizim iyi yıllarımızda yazmışsın.
Ya bu günlerde yaşasaydın ve halimizi görseydin, acaba şimdiki “tuhaflıklarımıza” bakıp neler derdin?
Ben yine dile getirmekte, hatta düşünmekte bile zorlanıyorum ama doğrusu çok da merak ediyorum; sen şairsin, lafını esirgemezsin kuşkusuz;
Söyle o şiiri bu gün olsa nasıl yazardın?