1982 Anayasasının 148. Maddesine göre; Anayasa Mahkemesi, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler ve bireysel başvuruları karara bağlar.
Ayrıca, herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir.
Anayasa Mahkemesinin görevi, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesi Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 3. Maddesinde sıralanmıştır. Bu düzenlemeler, Yüksek Mahkemenin asli görevinin; anayasanın temel ilkelerinin, devlet düzenin demokratik işleyişinin, hukukun üstünlüğünün ve temel hak ve özgürlüklerin korunması olduğunu ortaya koymaktadır.
Anayasa Mahkemesinin, kendisinden beklenen görevi, 2010 yılında yeniden yapılandırılıncaya kadar başarıyla yerine getirdiği söylenebilir. Yüksek Mahkeme, bu süreçte, temel hak ve özgürlükleri genişletici yorumlarıyla Türkiye’de insan haklarının gelişimine büyük katkı sağlamıştır.
12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumla, Anayasada değişiklik yapılarak, yargı sistemi siyasal iktidarın istediği yönde değiştirildi. Bu arada, Anayasa Mahkemesi yeniden yapılandırıldı.
Siyasal iktidar bu sırada, Anayasa yargıçlarının seçiminde etkili olarak, kendi siyasal görüşüne paralel bir muhafazakârlaşmayı, yeni seçilen yargıçlar yoluyla Yüksek Mahkemeye yansıtma olanağı buldu.
Bu durum, ister istemez, anayasa yargısı içtihatlarının değişimine neden oldu.
Böylece, siyasal iktidarın merkezileşme, otoriterleşme ve siyasal İslam anlayışına uygun yasama işlemleri Yüksek Mahkemeden vize almaya başladı.
Denetim alanının doğası gereği Anayasa Mahkemesi kararları, siyasal sonuç yaratan ve siyasal süreçleri etkileyen nitelikte kararlardır. Ancak Anayasa Mahkemesi; koruyucusu olduğu anayasal düzenin temel ilkelerini örseleyen, görmezden gelen veya çevresinden dolaşan bir anlayışla hareket edemez, kararlarına iktidarın siyasal anlayışını, hatta üyelerin siyasal ve felsefi düşüncelerini yansıtamaz.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel özellikleri; demokratiklik, hukukun üstünlüğü ve laikliktir. Üstelik tarafı olduğumuz AİHS içerik ve kapsamı gereğince Türkiye, kamu otoritesine karşı temel hak ve özgürlükleri koruyan, hak aramayı kolaylaştıran, adil bir hukuk sistemi kurup hayata geçirmek zorunda olan bir devlettir. Bu özellik de, anayasal düzenimizin bir parçasıdır.
Bu kısa yazı çerçevesinde cumhuriyetimizin temel ilkeleri konusunda ayrıntılara girebilecek durumda değiliz. Kaldı ki, Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarında, bu konularda yerleşik hale gelmiş çok sayıda tanımlama bulunmaktadır. Ayrıca Anayasamız, 1980 darbesi sonrasında yapılmasına ve otoriter bir karaktere sahip olmasına rağmen, Yüksek Mahkemenin, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi yönündeki özgürlükçü yorumlarına engel olarak görülmemiştir. Üstelik Anayasada daha sonraki tarihlerde yapılan değişiklikler ve özellikle 2004 tarihinde 90. Maddeye yapılan eklemeyle Batı hukukuyla entegrasyonun önünde bir engel de kalmamıştır.
Ama ortaya çıkan izlenim o ki; 12 Eylül 2010 Anayasa değişiklikleriyle ilgili referandum sonrası yeniden yapılandırılan Anayasa Mahkemesi, siyasal iktidarın “hukuksal ucube” sayılacak birçok işlemine geçit vererek, adeta otoriter bir düzene yeşil ışık yakan ve Cumhuriyetin temel değerleri ile çatışan, siyasal İslam’a kol kanat geren bir tutum içinde olmuştur.
Elbette ki Yüksek Mahkeme, iktidarın otoriterleşme hevesi karşısında verdiği birçok kararla, çok sayıda yasal düzenlemeyi iptal etmiş ve yol gösterici olmuştur. Özellikle adil yargılama ilkesine açıkça aykırı şekilde başlatılıp yürütülen “Silivri yargılamaları” konusunda verdiği ve Ülkeyi rahatlatan kararları olumlu niteliktedir. Yine, kısa süre önce verdiği toplantı ve gösteri yürüyüşleri, sendikal hakların kullanılması ve gizli tanıklıkla ilgili kararları da bu çerçevede değerlendirilecek, hukuk adına övünülecek kararlardır. Ancak bu tür kararları da olmasaydı, mahkemenin varlığı tartışmalı hale gelebilirdi.
Aşağıda eleştiri konusu yaptığımız iki karar, ne yazık ki, Anayasa Mahkemesinin bugünkü karakterini yansıtması bakımından farklı öneme sahiptir.
Bilindiği üzer bir süre önce, Anayasa Mahkemesi resmi nikah kıymadan dini nikah yaptıranlara ve evlilik cüzdanını görmeden bu nikahı kıyan din görevlisine iki aydan altı aya kadar hapis cezası verilmesini öngören TCK'nın 230’uncu maddesinin 5 ve 6’ncı fıkralarını iptal etti.
Anayasadaki laiklik ilkesini ve Anayasa ile korunan devrim yasalarını (m 174 / 4) görmezden gelen bu karar, özgürlüklerle ilgisi olmayan, siyasal İslam’a selam çakan bir anlam taşımaktadır. Üstelik Anayasa Mahkemesinin, aynı konuda, 1999 yılında Türk Ceza Yasasındaki bu düzenlemeyi Anayasaya uygun bulduğu bilinmektedir (1999/27K.). Anayasa Mahkemesi bu yeni kararıyla, yukarıda dile getirdiğimiz endişeyi doğrulamış, yargıçlarının, kendilerini oraya taşıyan siyasal anlayışa göre karar verebildikleri izlenimini yaratmıştır.
Türkiye’de yargının siyasallaştığı yönündeki yaygın inancın son dönemdeki en somut örneği olan Sulh Ceza Yargıçlıkları hakkında, (adına adeta alay edercesine “özgürlük hakimliği” denilmektedir) verilen karar da Mahkemenin kuruluş felsefesi ve amacıyla asla bağdaştırılamayacak nitelikte bir karardır.
Yargının tarafsız ve bağımsızlığına inanan muhafazakâr hukuk çevreleri tarafından dahi eleştirilen her iki kararın gerekçesindeki soyutlamalar, güncel durumla ve çağdaş hukuk anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi Başkanı, Mahkemenin 53. Kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada “Yargının kurumsal anlamda siyasal organların etkisi altında kalması ve siyasi mülahazalar ekseninde ayrışması büyük bir tehlikedir. Bu anlamda yargının siyasallaşması hukuk devletinin sonu olur. Diğer yandan yargının bir vesayet organı gibi davranarak, siyaseten alınması gereken kararları alması da siyasetin yargısallaşması tehlikesini doğurur. Siyasetin yargısallaşması ise demokrasinin sonu olur. Dolayısıyla yargının siyasallaşması ve siyasetin yargısallaşması demokratik hukuk devleti için aynı ölçüde tehlikelidir” demişti.
Yargıya güvenin dibe vurduğu günümüzde, Yüksek Mahkemenin önünde bu güveni yükseltme fırsatı vardır. Ama görülüyor ki, Mahkeme Başkanının dile getirdiği her iki tehlike, birer risk olarak önümüzde durmaktadır.
Av. Başar Yaltı