Particiler, “siyaset umut dağıtmaktır” derler.
Hele, vatandaş bunalmışsa, artık iyi şeyler duymak ve bir şeylere inanmak ihtiyacındaysa…
Bir de, “partici” açısından bakıldığında bu işin ucunda “iktidar” görünüyorsa, sonucu büyük ölçüde belirleyen “umut” değil midir?
Seçimin arifesinde karşılaştığımız bu umut dağıtma yani “vaad” yağmurunun çoğumuzun kafasını karıştırmasından doğal ne olabilir ki?
Bu seçimden itibaren hemen her parti:
-İşsizliği bitiriyor
-Ekonomiyi kalkındırıyor
-Ortada yoksul falan bırakmıyor.
Eğer inanacak olursanız; kim kazanırsa kazansın geleceğimiz pek parlak(!) olacak gibi değil mi?
*
Oysa hep böyle başlanmış da, her nedense bir sonraki seçimde halka yine aynı şeylerin vaat edilmesi "icabetmiştir”.
Nedeni ortada, çünkü o vaadlerden dişe dokunur bir şeyler çıkmamış.
Merak edenler TBMM’nin internet sitesinden gelmiş geçmiş bütün “hükümet programları”na bir baksınlar, başlangıcından bu yana kimlerin dönüp dönüp neler vaad ettiklerini görsünler.
Ben şöyle 50 yıl kadar geriye gidip baktım; üç aşağı beş yukarı aynı şeyler.
Yine işsizlikle mücadele,
Yine ekonomik kalkınma,
Yine yoksul kalmayacak vaadleri…
Üstelik bunlar “hükümet programlarında yer aldığına göre, bu söylenenler; seçimden sonra ve “iktidara gelmiş” “hükümeti devralmış” olanların vaadleri.
Ah keşke onların bir de seçim sırasında söylediklerini bulup okuyabilseydik. Kim bilir o particilerin gönüllerinin ne kadar zengin, ufuklarının ne kadar engin, kendilerinin bu işlerde ne kadar özverili ve özgüvenli oldukları hakkında daha iyi bir fikrimiz oluşmaz mıydı?
Diyeceğim o ki, en azından şöyle bir elli yıl geriden bu güne doğru baktığımızda değişen bir şey yok.
Her seçimde hemen hemen aynı film oynamış.
Arada partiler ve yönetmenler değişmiş ama genelde senaryo aynı.
Hani yerli filmlerinin klasiği “zengin kız” “fakir oğlan” aşkları gibi.
İş bir yere varacak sözde ama her nedense aradaki “büyükler” bu işten pek haz etmiyor ve türlü engeller çıkarıyorlar.
Bizim siyasette de böyle.
Seçim meydanlarında söylenenlere bakıyorsunuz; sanki sırf fakir fukara için yaratılmışlar.
Ağızlardan bal damlıyor.
Seçim oluyor, iktidarlara geliniyor ama nedense “vuslat” yine bir başka bahara kalıyor.
Sonra bir başka seçim, yine aynı umutlar, aynı nakarat…
*
Aksi olamaz mı?
Olur tabii ama her şeyden önce “particiliğin” sağlam bir “ideolojiye”, bir siyasi felsefeye oturmuş olması lazım.
Siyasi felsefesi “biraz oradan biraz buradan” olan particiliğin sağlıklı bir stratejisi yani büyük bir hedefe doğru “topyekün” hareketi, odaklaşması olabilir mi?
Olamaz.
İdeoloji ya da siyasi strateji kuş gözü kadar bir şaşmayı kaldıramaz; büyüsü, bütünlüğü bozulur.
Aynen çorap kaçığı gibi…
*
Bu seçimin en popüler konuları; asgari ücret, emekliler ve fukaraya yardım.
Bunlardan yanayız kuşkusuz değil mi?
Yani bu işlerde halkın, emeğin tarafında olmak.
Güzel.
Peki ya serbest piyasa, küresel düzen, yerli-yabancı sermaye, falan ülkeler ile ilişkiler, AB-IMF ?
-“Eeeee onları da ihmal edemeyiz”
İşte bu olmuyor.
Çünkü “aman hiç birini ihmal etmeyelim” de onların desteği de arkamızda olsun dediğiniz zaman ortada bir “strateji” yani üzerine kararlı bir biçimde gidilecek hedef kalmıyor.
Sol parti misiniz örneğin?
Emeği ve emekçiyi koruyacaksanız, artık rakibiniz yerli-yabancı sermaye, küresel güçlerdir, bu açık.
Çünkü daha baştan “aman onları da darıltmayalım” derseniz, ikircikli davranırsanız bir yerlere varamazsınız.
*
-Emeği kollayacağım diyeceksiniz, ardından kendimizi yabancı sermayeye nasıl sevdirebiliriz diye dertleneceksiniz;
-Asgari ücreti yükselteceğim diyeceksiniz, içerideki sanayicinin gönlünü etmeye çabalayacaksınız,
-Emekliye para vermeye çalışacaksınız, IMF’e daha önce verdiğimiz sözler sıkıntı yaratır mı diyeceksiniz,
-Bu işleri en iyi biz biliriz diyeceksiniz, IMF-Dünya Bankası referanslı “bilen”lere bel bağlayacaksınız.
Nasıl olacak bu iş peki?
Doğrusu sorunun cevabını ben de düşünüyordum ki, aklıma Sayın Demirel’in ünlendirdiği “üç mektup” fıkrası geliverdi:
Genç siyasetçi, kendisine koltuğu devreden kıdemli siyasetçiye “ben ne yapmalıyım” diye tavsiyelerini sorunca eski siyasetçi, “bak, sana üç mektup bırakıyorum” der.
“Birincisinin zarfını başın sıkıştığında, ikincisini işler daha kötüye gittiğinde, üçüncüsünü de içinden çıkamadığın durumlarla karşılaştığında açacaksın.”
Zaman ilerler, genç siyasetçi bir süre sonra bunalır, bir şeyler yapamadığını görür ve ilk mektubu açar.
O mektupta, “senden öncekileri kötüle” demektedir.
Tavsiyeyi uygular, eskileri kötüler ama sıkıntısı giderek artmakta, işler daha da sarpa sarmaktadır.
Dayanamaz ikinci mektubu da açar ve okur: “çevrendekileri kötüle!”
Kötüler, değiştireceğim onları der, değiştirir de… ama nafile…
Nihayet artık son noktaya gelinmiş, siyasetçinin sonu görünmüştür ki son bir umut olarak üçüncü zarfı da açar okur.
Mektupta; “Şimdi sen de üç mektup yaz, yeni gelecek olana bırak” yazmaktadır.
Fıkra hoş değil mi?
Sayın Demirel gerçekten bu işlerin piridir.
Kimi siyasetçilerimiz boşuna mı gidip danışıyor kendisine zaman zaman.