1960’da “Yassıada” da kurulan nasıl siyasi bir mahkemeyse ondan 50 yıl sonra 2010 yılının ocak ayında “Silivri” de başlatılan da; taraflı, peşin yargılı, sonucu belli bir siyasi mahkemeydi.
Galiplerin mahkemesi.
Galipler mahkemeyi kurar.
Mağlupları yargılarlar.
Siyasi mahkeme, suçlu yargılamaz. Delilerin sağlamlığına bakmaz. Şahitlerin doğruluğunu ciddiye almaz. Hukukla tam oyumlu yargılamanın peşinde olmaz. Siyasi mahkeme “mağlupların değerlerini” yargılar. Silivri Mahkemelerinde “3 temel değer” yargılandı ve bu 3 temel değeri savunanlara şu net mesaj verildi:
1-Laiklik elden gidecek.
Sana ne?
2- Tam bağımsızlık elden gidecek.
Sana ne?
3-Bölünmez bütünlük elden gidecek.
Sana ne?
Silivri Mahkemesi’ni kuran galipler; “Türkiye Cumhuriyeti’nin 3 var oluş değerini savundukları için” mağlupları yargıladılar. Ve “seçilmiş bir hükümet varsa; o isterse laiklik de elden gider sana ne… Seçilmiş hükümet isterse tam bağımsızlık da elden gider sana ne… Seçilmiş hükümet isterse bölünmez bütünlük de elden gider sana ne…” diyen kararı çıkarttılar.
Xxx
Bu bir siyasi davaydı.
Türk Ordusu’ndan emekli olmuş generalleri, üst düzey komutanları yargılayarak aslında Türk Ordusu’nu bugün yönetmekte olanlara; “laiklik elden giderse de… tam bağımsızlık elden giderse de... bölünmez bütünlük elden giderse de…” siz kesinlikle aklınızdan “Cumhuriyetin koruyucusu ve kollayıcısı (vasisi) biziz diye geçirip darbe yapmayı düşünmeyeceksiniz” uyarısını yapmaktı.
Balyoz davası geçmişi yargıladı.
Fakat mesajı bugüneydi.
Bugünkü orduya sesleniyordu.
Senin koruyuculuğun bitti.
Senin kollayıcılığın son buldu.
Davada yargıladıklarıma bak.
İbret al!
Artık biz seçilenler varız.
Biz seçilmişler galipleriz.
Galipler, yenenlerdir.
Mağluplar, yenilenler.
Yenilenler, yenilenlerin başını keserler. Zaten 365 sanıklı Balyoz siyasi davasında yargılananlar da “Biz burada tutuklu değil esiriz, vatan nöbetindeyiz” diyerek kendilerini böyle anlattılar.
Xxx
Hukuk işlemedi diyorum.
Bir “pusu davası” oldu.
Pusucu gazeteciler peydahlandı. Peydahlatıldı. Pusucu gazetecilik desteklendi, korundu. Onlara, daha dava dosyasına bile dönüşmemiş operasyonlardan savcı ve polis eliyle bilgi sızdırıldı. Toplum yoğun bir “propaganda pususuna” düşürüldü. 2003 yılında yapılmış bir askeri manevra toplantısının konuşmaları, kayıtları 7 yıl bekletildikten sonra 2010 yılında “bir bavul içinde” pusucu gazeteciye; “darbe yapmak için ortam yaratacaklardı. Kendi uçağımızla camileri bombalayacak, kendi uçağımızla kendi uçağımızı düşüreceklerdi” diye getirildi.
O gazeteci de sormadı.
7 yıl neden bekledin?
Neyi bekledin?
Niçin bu dolu valizi 7 yıl önce savcıya götürüp, “bak ülkemizi kan gölüne çevirecekler, harekete geç” demedin?
Adı üstünde pusucu gazeteci!
Bunları sormayı düşünmedi.
Xxx
Pusu düğmesine 7 yıl sonra basıldı. Galiplerin güçlenmesi beklendi. Fotokopi mi? Kağıt parçası mı? Islak imza mı? Kuru İmza mı? Tartışmaları 1.5 yıl sürdürüldükten sonra orijinal belge adi postayla bir zarf içinde savcıya gönderildi. Dosyalar dolusu sahte bilgi, sonradan yerleştirilmiş dünya kadar sahte CD, kurulmamış şirketler, yapılmamış oteller, söylenmemiş sözler kanıt olarak hakimin önüne konuldu, dinlenmesi istenen tanıklar çağırılmadı,
Ne fark eder denildi.
Bunlar teferruat denildi.
Balyoz siyasi bir davaydı.
Hukukun çalışması gerekmiyordu.
Davada değerler yargılandı.
Beklenen karar çıktı.
Cumhuriyet’in “3 kurucu değerine” sahip çıkabilmesi halkın ferasetine (anlayış, zihin uyanıklığı, kavrama yeteneği) kaldı.
Halk, seçimle getirdi.
İsterse seçimle gönderir.
3 değere sahip çıkar.
Çıkmazsa kendi düşen ağlamaz!