“12 Eylül Dönemi” olarak anılan sürecin bilançosu ağırdır.
Kesin olmayan verilere göre dönem içerisinde; 650.000 kişi gözaltına alınmış, 1.683.000 kişi fişlenmiş, Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde açılan 210.000 davada 230.000 kişi yargılanmış, bu yargılamalarda 517 kişi hakkında ölüm cezası verilmiş, bunlardan 50 kişinin cezası (23 ü adi suçlu) infaz edilmiş, 18.525 kamu görevlisi hakkında soruşturma açılmış, 30.000 kişi “sakıncalı” olduğu için işten atılmış, 3854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verilmiş, 400 gazeteci için toplam 4.000 yıl hapis cezası istenmiş, 23.677 derneğin faaliyeti durdurulmuş, 388.000 kişiye pasaport verilmemiştir.
Bu sayıları çeşitlendirmek mümkündür.
12 Eylül öncesinde yaşanan; 1 Mayıs, Kahramanmaraş, Çorum olayları, 16 Martta 7 öğrencinin katledilmesi, Abdi İpekçinin öldürülmesi gibi olaylar sonucunda, kaos ve kargaşanın hat safhaya ulaşması sonucunda “can ve mal güvenliğinin” kalmadığı, böyle bir ortamın kabulünün mümkün olmayacağı bir gerçek ise de, 12 Eylül darbesinin yapılmasına hazırlık olarak bu ve benzeri olayların kışkırtıldığı bilinmektedir.
Kısacası tablo korkunçtur.
Özellikle “sol çevrelerin” üzerinden buldozer gibi geçen 12 Eylül faşizmi, tekelci sermayenin taleplerini (24 ocak kararlarını) bir bir gerçekleştirmiş, hak ve özgürlükleri kısıtlayan bir anayasa ile işlevini tamamlayarak siyasal alanı kendi ardılları olan "sivillere" terk etmiştir.
Yaşanan kısmi bir normalleşmeden sonra, 24 Ocak kararları etkisini yitirmiş, 1990 lı yılların sonundan itibaren ekonomik ve sosyal ortam yeni düzenlemelere ihtiyaç duymuştur. Türkiye, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizinden sonra tam bir siyasal alt-üst oluş yaşamıştır. Kemal Derviş dönemi olarak anılan bu dönemde sermayenin isteği doğrultusunda gerekli düzenlemeler yapılmış, ekonomik stabilite kısmen sağlanmıştır. Anccak, Koalisyon Hükümeti kendi içinde anlaşmazlığa düşerek seçim kararı almıştır. Böyle bir ortamda, 12 Eylül 1980 siyasal düzenlemelerinin tam tersini yapacağını iddia eden, demokrasiyi ve özgürlükleri genişleteceği sözünü veren AKP, Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimleri kazanmayı bilmiştir.
İktidardaki ilk bir-iki yılı tedirlinlik içerisinde geçiren AKP'nin, emperyalizmin Ortadoğu’daki vazgeçilmez yeni bekçisi olduğu kısa sürede anlaşılmıştır. AB nin ve ABD nin ortadoğu politikalarının yürürtücüsü haline gelen AKP'ne, iç politikada yürüttüğü İslamcı politikalar bakımından dış güçler tam destek sağlamıştır. AKP bu durumdan yararlanarak; aymazlığı çok belli kesimlerin açık, hatta kraldan çok kralcı desteği altında, demokratikleşme adı altında yaptığı düzenlemelerle, devleti tam denetimi altına almıştır.
AKP nin medyayı ve hukuku bir silah gibi kullanarak, İslamik cumhuriyeti gerçekleştirmek yönünde attığı adımlar, kimi liberal ve sol çevrelerin, demokrasinin, insan haklarının ve hukuk devletinin genişletilmesi gibi beklentilerle, AKP iktidarına payandalık yapmaları nedeniyle kısa sürede sonuç vermiş, devletin bütün kurumları 7-8 yıl gibi kısa sürede siyasal iktidarla özdeşleşmiştir.
Birinci 12 Eylülden tam 30 yıl sonra yapılan referandumla ikinci 12 Eylül, AKP iktidarının pekişmesinin ve toplumu dönüştürme projesinin başlangıcını oluşturmuştur. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan refarandum sonucunda oluşturulan yeni HSYK ve Anayasa Mahkemesi ve ardından yapılan yasal düzenlemeler ve yeniden yapılandırılan Yargıtay ve Danıştay ile yargı tam olarak denetim altına alınmıştır. Yani, yasama ve yürütmenin birliği yanına yargı birliği de eklenerek ileri demokrasinin "kuvvetler birliği" tam olarak sağlanmıştır.
Böylece, cumhuriyeti tasfiye etme projesinin devlet boyutu tamamlanmış, toplumsal dönüşüm için büyük bir aşama kazanılmıştır.
AKP, avının tuzağa düşmesini sabırla bekleyen örümcek gibi, bir yandan zamanlama stratejisi uygularken, diğer yandan, bildik bir taktiğe başvurmuştur: Oyala, bildiğini yap.
Şimdi, 12 Eylül yargılanıyor adı altında aynı taktik uygulanıyor. Olta atılmış, artık çürümüş iki kişinin şahsında, 12 Eylülün yargılanması tumturaklı gerekçelerle duyurulurken, oltaya takılanlar aynı çevreler olmuştur. AKP kurmaylarının ise köşelerinde kıs kıs güldüklerini tahmin etmek zor değil.
Oysa 12 Eylül bütün haşmetiyle sürüyor.
Ne %10 barajı, ne YÖK, ne Siyasi Partiler ve seçim yasaları değişmiş, ne örgütlenmenin önü açılmış, ne de özgürlüklerde bir milim genişleme olmuş. Ne de DGM ler kalkmış.
Ama Türkiye 2. Cumhuriyet evrilmiş, toplum muhafazakarlaşmış, yargı tarafsızlığı ve bağımsızlığı berhava olmuş, toplumun zihinsel denetimi sağlanmış, sermaye el değiştirmiş, muhalefet susturulmuş, basın tek sesli hale getirilmiş, insanlar dinlenildiği korkusundan konuşamaz olmuş, özgüvenlerini yitirmiş, ne gam!
Üstelik, insanlarla alay edercesine, birebir 12 Eylül ürünü olan AKP, suçtan zarar gördüğü iddiasıyla davaya katılma isteğinde bulunma kararı almış!
Trajedi mi, komedi mi, ya da ikisinin karması bir durum mu, şaşırmamak mümkün değil. Yaşananlar karşısında, Jose Saramago'ya gönderme yaparak, toplumsal körlük bulaşıcı bir hastalık herhalde, demekten başka söz bırakmayan bu sonuca insanın şapka çıkartası geliyor.
Mahkeme kapısında davaya katılmak için sıraya girenler, Türkiye'de neden demokrasinin özgürlüklerin gelişmediğine güzel örnek oluşturuyorlar. Bakıp bakıp şaşırıyorum. Herkes kendi yazdığı iddianameyi okuyor herhalde? Yoksa, babası hakkında ne düşündükleri çok belli, mevcut iktidar ve iddianame yazarının, açtığı davayı en çok alkışlayanlardan biri olan "Terzi Fikri"nin oğlu, "sivil darbecilerle" hiç el ele olur muydu? Herhalde mezarından hüzünle izliyordur, olup bitenleri, Terzi Fikri...
Tablo ise hazin;
Halk hiç bu denli aptal yerine konulmamıştı.
Ülke bölünme noktasına hiç bu denli yakın olmamıştı.
Toplumsal sersemlik hiç bu denli yaşanmamıştı.
Korku hiç bu denli içselleştirilmemişti.
Körlük hiç bu denli yaygınlaşmamıştı.
Aydınlar hiç bu denli silikleşmemişti.
Solculuk hiç bu denli sefilleşmemişti.
Emek hiç bu denli sömürülmemişti.
İnandırıcılık hiç bu denli ayaklar altına alınmamıştı.
Demokrasi hiç bu denli ucuzlamamıştı.
Hukuk hiç bu denli şaşırmamıştı.
Hayat hiç bu denli kirlenmemişti.
Yazarlarımızdan Hilmi Hanta'nın iddianame konusunda yazdığı yazıda dile getirdiği gibi, "... Yasal mevzuatıyla ve tüm kadrolarıyla ülkeyi istedikleri gibi yöneten bir yapının, varlığını güçlü bir şekilde koruduğu gözetildiğinde, 12 Eylül İddianamesinin iki kişi hakkında ve baştan savma, her türlü hukuki ciddiyetten uzak şekilde yanlış yürütülen bir soruşturmayla, yanlış düzenlenen bir iddianameyle, yanlış mahkemede dava açılarak sanıkların yargılanacağını sadece “zannedebiliriz”. 12 Eylül halen oyun kurucudur. Hedef oyunu bozmak olmalıdır. 12 Eylül mağdurları bu düzeneğin parçası olmamalıdır. Bu oyunu, oyun kurucuların kurallarıyla oynamak isteyenlerin yolu açık olsun. Ancak umduklarını bulamayacaklardır." (bkz. http://www.yeniyaklasimlar.org/m.aspx?id=2055 )
Kırmızı başlıklı kız öyküsü, ilk okul çocuklarına ibret olsun diye anlatılır. Anlaşılıyor ki, bu öykünün daha çok yinelenmesi gerekiyor.
Ayrıca bilinmelidir, çocuk, babasını yargılayamaz.
İkinci 12 Eylül, birinci 12 Eylülü yargılayamaz.
Av. Başar YALTI