EGEMENLİK: KİM İÇİN, NE İÇİN?

~ 26.04.2020, Av. Dr. Başar YALTI ~

 

 

Özgürlüğün de eşitliğin de adaletin de dayanağı ulusal egemenliktir.

Mustafa Kemal Atatürk

 

 

Genel anlamıyla egemenlik, bir arada yaşamakta olan örgütlü bir toplumun ortaya koyduğu üst iradeye verilen isimdir. Egemenlik, toplu halde yaşamanın bir sonucu olarak ortaya çıkmış, hukuksal ve siyasal boyutları olan geniş bir kavramdır. Bütün toplumsal yapılar (feodal birimlerden devlete kadar), kendisini oluşturan bireylerin toplamından ayrı olarak, ortak iradenin yansıması olan potansiyel bir güç üretir. Rousseau’cu bir bakışla, egemenliğin sahibi, ortaya çıkan bu gücü yöneten otoritedir. Bu nedenle egemenlik devletle, devlet otoritesinin kullanılmasıyla doğrudan bağlantılı bir kavramdır.

 

Fransız İhtilali, egemenlik anlayışı bakımından dönüm noktası oluşturur. Burjuvazi tarafından organize edilen, kralın ve aristokrasinin egemenliğine son veren Fransız ihtilali, mutlak egemenlik anlayışını da yıkarak, “milli egemenlik” kavramının yaratıcısı olmuştur. Ancak egemenlik, halk kitlelerine verilmemiş, soyut nitelikli “millet” kavramına atfen, millet adına yetki kullanacak temsilcilere bırakılmıştır.

 

Kendi tarihimiz bakımından egemenliğin “millet”e geçişi, Fransız İhtilalinden yaklaşık 130 yıl sonra, 100’ncü yılını kutladığımız Büyük Millet Meclisinin açılışı ile gerçekleşmiş, daha sonra da Saltanat kaldırılarak egemenlik, Osmanlı sultanlarından alınıp Türk milletine devredilmiştir. Bu nedenle 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da Meclisin açılmış olması, niteliksel bir dönüşümün, dört yıldan az bir sürede cumhuriyetle taçlanacak bir devrimin ifadesidir. Atatürk 1922 yılında, Mecliste, saltanatın kaldırılması görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmada egemenliğin geri alınışını şöyle anlatmıştır: “Osmanoğulları zorla Türk Milleti’nin egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı; bu musallat olmalarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, egemenlik ve saltanatını, isyan ederek kendi eline açıkça almış bulunuyor.”

 

Millî egemenlik anlayışı, egemenliği kraldan/sultandan alıp millete verirken, egemenlik kavramının, mutlak, üstün ve sınırsız bir güç olma niteliğinde değişiklik yaratmamıştır. Kral yerine bu kez “seçimle gelen krallar” ve devlet bürokrasisi, benzer despotik yönetimlerini “milli egemenlik” ilkesi adı altında, sürdürme fırsatı bulabilmişlerdir. Bu şekilde, “millet iradesi” soyutlamasına sığınılarak, halk üzerinde baskıcı uygulamaların yapılması mümkün olabilmiş, ya da çoğunluğun azınlığa tahakkümü ortaya çıkabilmiştir. Bu sonuçlar, yine Fransız ihtilalinin tohumlarını atarak yeşerttiği insan hakları, hukukun üstünlüğü ve bunlara bağlı olarak gelişen anayasacılık hareketleri ile çatışma yaratmıştır. Gelinen aşamada, Fransız İhtilalinin etkisiyle anayasalara giren ve 20 yy ortalarına kadar etkisini sürdüren milli egemenlik anlayışı[1] klasik anlamını artık yitirmiş gözüküyor.

 

Çünkü devlet artık, Hobbes’un tanımladığı gibi, “gücün tek elde merkezileştiği, şiddeti kendi tekeline almış olan bir yeryüzü tanrısı” değildir. Yine klasik tanımında olduğu gibi devlet, tek, bölünmez, devredilmez, mutlak ve en üstün güç de değildir. Devlet artık, Anayasada gösterilen özgürlükçü demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacaktır.[2]

Ancak bugün ulaşılan insan hakları düzeyine ve demokratik yönetimlere kolayca gelinmediğini kendi anayasal tarihimizin izlerini takip ederek görebiliriz. Egemenlik kavramı, Cumhuriyetin ilk anayasası sayılabilecek 1921 Anayasasının 1nci Maddesinde[3], 1924 Anayasasının ise 3ncü Maddesinde[4] düzenlenmiştir. 1961 Anayasasında egemenlik kavramı dönüşüm geçirerek 4ncü Maddede yer almış, 1982 Anayasası ise egemenliği, 1961 Anayasasındaki şekliyle (sadece “Türk” sözcüğünün yerini değiştirerek) 6. Maddede düzenlemiştir. Buna göre; Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”

 

Görüldüğü gibi, egemenliğin kullanılış biçimi 1961 Anayasasıyla birlikte değişikliğe uğramış, egemenliğin tek sahibi ve kullanıcısı Meclis olmaktan çıkmış, egemenliğin anayasal kurallara göre ve anayasanın yetkili kıldığı organlar tarafından kullanılması ilkesi kabul edilmiştir. Böylece egemenlik, hukukla sınırlı olarak kullanılabilen bir yetki haline dönüşmüştür.

 

Klasik egemenlik anlayışındaki bu dönüşüme, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’da ve İtalya’da ortaya çıkan totaliter yönetimlerin insan haklarını ayaklar altına alan uygulamalarından geçilerek gelinmiştir. Egemenliği tek elde toplayan Nazizm ve Faşizm gibi totaliter rejimlerin uygulandığı ülkelerde (ayrıca İspanya, Portekiz, Şili vb) insanlık değerlerini acımasızca yok eden uygulamalar olduğu, demokrasi ve hukuk araçsallaştırılarak toplumlar kolayca denetim altına alınabildiği için egemenliğin sınırlandırılması fikri güçlenmiştir.

 

Yaşananlar, klasik egemenlik anlayışının, demokrasinin olmazsa olmazı denilebilecek kuvvetler ayrılığı ilkesiyle bağdaşmadığını göstermiştir. Klasik egemenlik anlayışı hukuk devleti ilkesiyle de uyum göstermemektedir. En önemlisi bu anlayış, insan hakları alanında yaşanan gelişmelere de engel oluşturmaktadır. Bu nedenle klasik egemenlik anlayışı, anayasal güvence altındaki temel haklar bakımından kişilere karşı, uluslararası yükümlülükler yoluyla da diğer devletlere ve uluslararası kuruluşlara karşı sınırlandırılmıştır.

 

Meclisin açılışının 100’üncü yılının kutlandığı bu tarihsel dönemeçte, yaşanan acı bir gerçek görmezlikten gelinemez. Ne yazık ki Türkiye, 2017 anayasa referandumu sonucu, egemenliğin odak noktası olma karakterini büyük ölçüde yitirmiş bir Meclis ile 100’üncü yıl kutlamalarına ulaşmıştır. Bu son derece dramatik bir durumdur. Çağdaş anlayışa göre her ne kadar egemenliğin sınırlandırılması ve parça parça kullanılması kabul gören bir uygulama ise de halkın, geniş bir yelpazede temsilinin sağlandığı katılımcı, çoğulcu bir demokraside meclis (halk temsilcilerinin) iradesinin önemi yadsınamaz. Ama Türkiye’nin artık böyle bir meclisi yok. Denge ve denetleme olanağı bulunmayan, tek adam yönetimi altında, buyruklarla (kararnamelerle) yönetilen, hukukun yerle bir edildiği bir ülkemiz var. Meclis egemenliğinin (çoğunlukçuluğun) yaratabileceği sakıncalardan kaçınmaya çalışırken, otoriterlik fırtınasına tutulan bir devlet var.

 

100’ncü yılda, devletin bekası adı altında, belli bir kesimin (siyasal İslamcı, şoven milliyetçi ve denetimsiz sermayenin) iktidarını sürdürme peşinde olanlara, mevcut Anayasa ile bağlı olduklarını anımsatmakta yarar bulunmaktadır. Her ne kadar anayasa maddelerinin birbirleriyle çelişmeyeceği bilinse de Anayasanın değiştirilmeyen 2’nci maddesi, “Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye bırakılamaz” ilkesi ve temel hakları koruyan 13’ncü maddesi yerinde durdukça, hukuk dışı ve anti demokratik uygulamaların hesabının sorulacağı hukuk zemini her zaman bulunacaktır.

1787 ABD Anayasası’nda, yasaların anayasaya uygunluğunun mahkemelerce denetlenebileceğine ilişkin bir hüküm olmamasına karşın, 1803 yılında ABD Yüksek Mahkemesi, yasaların anayasaya uygun olması gerektiği fikrinden hareketle, kendisini bu konuda yetkili görmüş? ve yasaları denetlemiştir. 217 yıl önce ABD’li yargıçların gösterdiği bu basireti, yasaların anayasaya uygunluğunu denetim yetkisi olan Anayasa Mahkemesi pekâlâ gösterebilir. Türkiye’nin hukuk rotasından çıkmasına engel olabilir.

Başa dönersek, Atatürk’ün; “özgürlüğün de eşitliğin de adaletin de dayanağı ulusal egemenliktir”, sözünde belirtildiği gibi, ulusal egemenlik, toplumda özgürlüğün, eşitliğin ve adaletin gerçekleştirilmesi için vardır. Kaynağı “insan” olan egemenliğin, “insan” için kullanılması gerekmektedir. Dolayısıyla ne için ve ne adına olursa olsun, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü görmezlikten gelinemez. Ulusal egemenlik yetkisini kullananların, eğer topluma kötülük yapmak istemiyorlarsa, insanı yok sayan, totaliter rejimleri çağrıştıran anakronik düşüncelerden sıyrılması ve hukuku yok sayan uygulamalardan vazgeçmeleri gerekiyor. “Tanrı, kötülere katlanır ama sonsuza kadar değil.”[5]

 

Av. Dr. Başar YALTI

 

 



[1] Klasik egemenlik anlayışının en iyi tanımı 1791 Fransız Anayasasında yer alır. Buna göre, egemenlik, bir, bölünmez, devredilmez ve zamanaşımına uğramaz, millete aittir; halkın hiçbir zümresi, hiçbir birey onu kullanamaz. Bütün iktidarın kaynaklandığı millet, onları ancak temsil yoluyla kullanabilir.

 

[2] Bkz. 1982 Anayasası başlangıç bölümü

[3]Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.”

[4]“Hâkimiyet bilâ kaydü şart Milletindir.” Denildikten sonra 4. Maddede “Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakikî mümessili olup Millet namına hakkı hâkimiyeti istimal eder.”

[5] Cervantes, Don Quijote II, s.686

Av. Dr. Başar YALTI | Tüm Yazıları
Hits: 3596