Her halde hiç bir siyasi partiyi tam olarak benimseyemediklerinden ya da umursamazlıklarından olacak, insanlarımızın önemli bir kısmı, “bu işler bana göre değil” deyip, bu ülkede yapılan seçimlerde sandığa mandığa gitmez.
Bu oran, seçimine göre değişir ama yüzde 15’lerden falan başlar.
Anket şirketleri zaman zaman “sandığa giden” yüzde 85’e sorar:
“-İktidar partisinden memnun musun?”
“Gidenlerden” yüzde ellisi, yani tüm seçmenin 42,5’u “evet, bundan iyisini mi seçecektik” der bilirsiniz…
Kalan 42,5 çeşitli muhalefet partilerine dağılırlar.
“-Peki, iktidar partisinden memnun değilsin, onu öğrendik; ya seçimlerde gidip de oy verdiğin partinden?”
Şimdi belki bazıları “o kadar da değil” diyecek ama; çeşitli anketler gösteriyor ki, muhalif olup da seçimde oy verdiği partiyi beğenmeyenlerin, siyasetini başarısız bulanların, “kerhen verdim” diyenlerin oranı da en az yarı yarıyadır.
O zaman, kendisinin oy verdiği partiyi “bile” beğenmeyenlerin büyüklüğünün de, bu yüzde 42,5 oranındaki muhalif seçmenin yarısı olan yaklaşık yüzde 21’ler dolayında olabileceğini kabul edebiliriz.
“-Yani?” diyeceksiniz…
“Yani’si şu ki: Yukarıdaki hesaba göre bu ülke seçmeninin yüzde (15+42,5=57,5)’u ya seçime katılmayarak ya gidip muhalefete oy vererek iktidara ve iktidarın siyasetine uzak durur.
Ama oy verdiği partinin siyasetine “dahi” uzak olanları da düşündüğümüzde, ülkede “bu işler istediğim gibi olmuyor diyen, yapılanlara katılmayan kabaca yüzde 21’lik bir kitlenin olduğu bellidir.
İşte bu yüzde 21’in içindekiler, aslında içinde kendi partililerinin de bulunduğu yüzde 89’luk kitlenin tercihi olan siyasetle pek de bir yerlere gidilemeyeceği kanaatinde ve gelecek günlerden “endişeli”dirler.
Toplumu yönetmede insanlığın bu güne kadar bulduğu ve “kötüler arasındaki en az kötü olan” yönetim biçimi diye tanımlanan “demokrasi”, özetle “halk içindeki çoğunluğun dediğini yapmak” ise eğer, bu “İktidardan olduğu gibi kendi muhalefet partisinin siyasetinden de endişeli” yüzde 21, acaba halkın çoğunluğunun tercih ettiği siyaset tarzından duyduğu endişesini nasıl giderebilecektir?
Diyelim ki onlar “yarın” endişelerinde kendilerini ciddi ciddi haklı görüyorlar ve aslında çok da haklılarsa, ama karşılarında bu işleri böylesi bir siyasi ortam içinde hallederiz düşüncesinde olan bir yüzde 89'luk kitle varsa, acaba bu günden daha kötü bir yarın için ne yapmaları gerekir; ne dersiniz?
*
“Onlar gidecek, bizimkiler gelecek, her şey güzel olacak” umudunda olmayan, onlar gitse de fazla bir şey değişmeyecek diye düşünen bu kesimin ortak özelliği için -olsa olsa- “müzmin muhaliflik”tir denebilir mi sizce?”
Partilerine sorarsanız onlar “muhalif”
İktidara sorarsanız “kendi partisine bile muhalif”
İyi de, tarih boyunca kendi toplumlarını ileriye götürmüş, günü değil geleceği de düşünerek siyaset yapmış olan insanlar aslında toplumların o yüzde 21'lerinin içinden çıkmakta değil midir hep?
Demokrasilerde iktidarın “popülizmle” yani seçmene şirin görünmekle elde edildiği, “koltuğun” her hal ve kârda epeyce “cazibe"sinin olduğu ve bunun için çok şeylere göz yummanın mübah sayıldığı bizimki gibi toplumlarda, hem siyaset yapıp hem doğruları söylemekte israrcılık, siyasette salt “taraftar” gözüyle bakıldığında o insanları çok da kolayca bir “müzmin muhalif” durumuna düşürmüyor mu?
Hani doğru bildiğini söyleyince bazen ne İsa’ya ne Musa’ya; (siyasette de ne iktidara ne muhalefete) yaranamamak var ya! Aynen öyle.
Bazen “hep doğruculuk” particilikte bile “doğru” bulunmaz.
Yanlışlarımızı dışarıya duyurmayalım anlamındaki “Kol kırılır, yen içinde kalır” sözü bunun için söylenmiştir.
Eğer izlediyseniz hatırlayacaksınızdır; Şener Şen’in oynadığı “Namuslu” filminde, sonradan hırsızlık yapmadığı anlaşılan ve dolayısıyla çalınmış parayla çevresini mutlu(!) edemeyeceği anlaşılan veznedar için etrafındakilerin söylediği “Meğer namusluymuş namussuz...” sözü ile de böylesi bir durum anlatılmak istenir.
Peki, iktidarın ancak popülizmle elde edilebildiği, ara sıra pembe yalanların, “kollamaların”, görmezden gelmelerin, “günü kurtarmaların” da işe yaradığı bir toplumda sırf bu konuma düşmemek için “doğru”lardan vazgeçip, “çoğunluk ne diyorsa, neden hoşlanıyorsa bize lazım olan doğru da odur” denmesi siyasi ahlaka, bilime, ideale ne kadar uyar dersiniz?
İnceden düşünürseniz, uymaz tabii.
Aksine, geç de olsa bir zaman sonra o “popülist doğrular” kaybolur, yaşamın gerçekleri “gerçek doğrular”ı ortaya çıkarır, tarih de o doğruları mutlaka kaydeder.
Örneğin,
-Bir zamanlar herkes “dünya düzdür” derken Galile, koca bir dünyada tek başına kalmış, engizisyon mahkemelerinde yargılanmış ama tarihe gerçek doğrucu olarak geçmiştir.
-Ünlü Yunan filozofu Sokrates, öğrencilerine “Devlet”i anlatmıştır ama “düzen”e yaranamamıştır.
Anlattıkları bu günkü devlet felsefesinin temelleridir fakat o dönemde “şehrin tanrılarına inanmamak onların yerine başka tanrılar koymak ve böylece gençliği zehirlemek”le suçlanır.
Ölüme mahkûm edilir.
Mahkemenin hükmettiği baldıran zehirini içerek ölmeyi kabul eder Galile; ama yine de söylediklerini inkar edip af dilemeyi reddeder.
Böylece, o gün kaybeder fakat tarih önünde haklı çıkar.
*
O zaman şu sorunun cevabını da aramak gerekir:
“-Peki, demokrasilerde siyasetin popülizmle yürüdüğü bir gerçekse, ama “gerçeklerin” popülist siyasetçilerin dediği gibi olmadığını düşünen, bu nedenle hem mevcut iktidarı, hem kendi partisinin popülist politikalarını beğenmeyen, bu gidiş konusunda “endişeli” olanlar ne yapmalılar?
Onlar o endişelendikleri yarınlar için “bu günden” ne yapmalılar gerçekten?
-Demokrasi, halkın tercihlerinin rejimidir, çoğunluk neyi beğeniyorsa “doğru” da odur, "nerde çokluk orada doğruluk" mu demeliler?
-Hayır, günlük siyasetle çatışsa da “biz bildiğimiz doğrulardan şaşmayız” deyip "kendi başlarına" ayak mı diretmeliler?
-Ya da ne?
İşte, “ kimselere yaranamayan” ve bu tavırları sonucu hep o yüzde 21 içinde kalanların, adı müzmin muhalife çıkanların cevabını bulmaları gereken en önemli soru da, bellerini büken de bu günümüzde.
*
Siyaset bir uzlaşma sanatıdır derler.
Bir başka tanımında da, siyasetin “öncelikleri belirleme sanatı” olduğu ileri sürülür.
Peki, bu tercih edilmesi gereken öncelik, “en gerçek”lerin bir süreliğine ertelenerek en azından “daha temel, daha basit gerçekler”le popülizmin bir biçimde uzlaştırılabilmesi konusudur diyebilir miyiz o zaman?
Siyasete mutlaka bir şeyler katmak gerekiyorsa, belki bir açıdan da öyle olmalı…
Ne kadar zor şartlarda yürünecek olsa, içe sinmese bile, endişeler katlanarak yükselirken bu kısa vadede başka çare de yok galiba...
Bu arada kişisel olarak tek kalmamaya çalışarak, o yüzde 21’lik kesim içindeki diğer “doğruyu arayanlar”la birlikte hareket edip olabildiğince “gerçekçi blok”lar yaratarak, kendi “en gerçek”lerimizden kaynaklanan bazı farklılıkları bir süreliğine göz ardı etmek ehven-i şer sayılabilir mi?
Ne dersiniz?
Doğrusu bu mudur? Yoksa “en gerçek”çi olma şansının israf edilmesi mi ?