Seçim sonuçlarına bakılırsa memleketteki her iki kişiden biri “iktidar ne derse, ne yaparsa” her halükarda memnun.
Geriye kalanın en az yarısı da sırf “onlara inat” ya da “çaresizlikten” diyerekten “muhalefete” oy veriyor.
İyi de, bu “her durumda AKP diyenlerle “ben hayatta bunlara oy vermem” deyip “mecburiyetten” ya da “inattan” dolayı oluşan “milli irade” acaba sonunda bizi buralardan kurtarıp “aklın ve fikrin” hakim olacağı yollara nasıl çıkaracak?
Memleketimiz, “hüloooooo” larla, “yeter ki onlara yaramasınlarla, inadına falana vereceğim”lerle Dünya’nın bu kritik döneminde, bir sürü sıkıntıyla cebelleşip adeta bıçak sırtında giderken o ihtiyacımız olan “gerçekçi” politikalara nasıl kavuşabilecek?
Soruyorsunuz yurttaşa:
-“Neden onlara oy verdin ?”
-“Dinime imanıma sahip çıkıyor, Osmanlıyı diriltiyor, bana örtünme hürriyetimi verdi, ama sizinkiler de seksen sene önce şekeri karneyle veriyorlardı, yürüyüşüne bayıldım…” falan.
-“Ama bak şurası yalan, burası yanlış, şaibeler diz boyu, ayrıca şunlar-bunlar…?”
-“Olsun, ben yine de ona oy veririm, ne yapmışlarsa da bize uyar.”
Berikine soruyorsunuz:
“Neden ille de senin parti?”
-“Benim partiye vermeyip bunlara mı verecektim ki?”
-“Peki senin partin bu işleri çözebilecek mi? kadrosu, eylemi, söylemi falan…?”
-“Yok yahu, söylenecek çok laf var ama şimdi sırası değil”
-“Peki beğendiğin başka birileri yok mu?”
-“Var şüphesiz ama onların da iktidara gelme ümidi yok, mecburuz yine bunlara vermeye”
“Manzara-i umumiye” budur maalesef canım memlekette.
*
Yurttaşın yarısı her şeyden memnun ve itirazsız, Allah'a emanet, baştankara gidiyor; diğer yarısının önemli bir kısmı “mecburiyetten” ya da “kerhen” yani istemeye istemeye oy kullanıyorsa nasıl çıkacağız bu sarmaldan peki?
Bilerek, inanarak, doğru olduğunu düşünerek, içe sinerek oy kullanıp iktidara gelecek kadar nasıl güçleneceğiz?
Türkiye bu bîçare durumundan nasıl kurtulup silkinecek?
Birileri ekonomiyi göçertip piyasayı ele geçirir, birileri düzeni tersyüz eder, başkaları sınırları dizayn ederken bu ülkenin gerçekten yurtseverleri, gerçekleri görenleri, bir şeyler yapmak isteyenleri ne yapmalı acaba?
“Benden bu kadar” deyip kenara mı çekilmeli? Çekilene yol mu vermeli?
“Bu iş düzelmez” deyip ümitsizliğe mi düşmeli?”
“Memleketin adam olacağı yok, bari ben kendimi kurtarayım” diye düzene mi uymalı?
“Dur bakalım ne olacak” deyip 2019 seçimlerine kadar kulağının üzerine mi yatmalı?
Daha sandık sonuçları resmiyet kazanmadan bu konudaki ilk haberler gelmeye başladı bile.
“Ümit yok, benden paso” diyenler de var, bilmem kaçıncı defa patinaj yapmasına rağmen hâlâ “ En büyük başkan bizim başkan” deyip bir öz eleştiriye bile gerek görmeyenler de, “Bu millet adam olmaz, ne hali varsa görsünler” diyen de.
Kimsenin hakkını yememeli; şüphesiz bu tabloya isyan edip siyasette daha büyük sorumluluklar almaya talip olanlar, hırslananlar yok değil…
Bunlardan hangilerinin gerçekten akılcı bir şeyler düşünüp yeni bir ümit yaratabileceği, hangilerinin “Şimdi tam da nöbeti devralma zamanıdır” deyip “durum”u değerlendirmeye niyetlendiği ancak daha sonraki günlerde belli olacak.
“İyi de ‘bu gün’ kimden medet umalım, gayretimizi kimlerle birleştirelim” gibi haklı bir sorunun yanıtını ise herkes ancak durumun vahametini kavrayıp; kendi bilgisi, deneyimi ve sezgisiyle bulacak.
*
Peki bu memlekette “Doğru politikaları benimseyen, yapılması gerekenleri bilen, örgütleyebilecek, güç birliği yapılacak olan var mı ki?” denirse hiç merak edilmesin, siyasetin içinde de, kenarında ya da dışında da çok değerli insanlara sahibiz.
Osmanlı’nın külünden doğar, o günlerin batağından çıkarken bundan daha fazla mı yetişmişimiz vardı ki?
Arayan bulur…
Yeter ki toplumda onların işlerini hızlandıracak, çabalarının verimini arttıracak bir "seferberlik rüzgarı" esmeye, estirilmeye başlansın; boş vermeye, çekinmeye, çekilmeye, ümitsizleşmeye imkan verilmesin.
Bu iş sonunda bir heyecanla başlayacak; el birliği, güç birliği ile yürüyecek ve mutlaka başarıya ulaşacak.
Çünkü hiç kimse hem oy verip hem birilerini uzun süre tepesine bindirmek istemez. Dolayısıyla daha şimdiden “ne yapmalı, nasıl yapmalı, kimle yapmalı” konularını gündeme taşımakta yarar var.
*
İster bireysel, ister makro yani ülke ölçeğinde olsun, yapılan siyasetin alt yapısında her zaman “ekonomi” vardır.
Nitekim "siyasetin pazarlamacıları" diye de tanımlayabileceğimiz “siyaset kampanyacıları” Türkiye’nin geldiği bu ortamda en az terör kadar “ekonomi meselesi”nin de belirleyici olduğunu bildikleri için bu işe el attılar. Ama ürkütücü derinliğini görünce ekonominin o ağır sorunlarını gündeme getirmeye cesaret edemeyip dikkatleri biraz daha yüzeysel işlere “asgari ücreti arttırmak”, “ikramiye”, “yardım” gibi “bireysel çıkar”lara kaydırdılar.
Hatırlanacaktır; İktidar partisi “Bak sosyal destekler kesilir ha!” “işinizden olursunuz ha!” diye bir yandan “kaybedersiniz” mesajlarıyla, bir yandan da diğer partilerden aşağı kalmamak için asgari ücretten çeşitli yeni parasal desteklere kadar pek çok “bireysel kazanç” söylemiyle yoğun biçimde "dosdoğru" seçmenin ekonomisine hitabetmişlerdi.
O söylenenler, seçimden sonra “bunu komisyona havale edebiliriz” tavrında görüldüğü üzere işin “reklam tarafı” ve “yüzeysel kısmı” idi şüphesiz.
İktidar partisi, bunları “sonra lafımızın altında kalmayalım” tedirginliği ile onları bile “temkinli” biçimde anlatırken, muhalefet “nasıl olsa tek başına iktidar ümidi yok, koalisyon moalisyon olduğunda da tek başına gelmediğimiz için zaten mesele yok” deyip “sarfiyat”ta sınırları epeyce zorlamıştı.
Ama o “kısa reklam arası”ndan sonra, ekonomi alanında şimdi her şey kaldığı yerden devam edeceği gibi, doğru siyasete dönelim diyenlerin de bu konuda artık ayaklarının yere basması gerekiyor.
Örneğin:
1.Ekonomi, “Con Ahmet’in devri daim makinesi değildir.
Yani onu çevirecek güç düşünülmeden bu işler kendi kendine dönemez.
Ekonominin çarkı, devletin bütçesi falan öyle Osmanlı’nın deyimiyle “Zat-ül hareket” yani kendi kendine dönebilen bir makine değildir.
Dönebilmek, tükettirebilmek için “ürettirip kazandırmayı” gerektirir.
Kazanç yoksa çark durur.
Hele üretiminiz halen oldukça geri ve çağdaşlarına göre giderek daha da gerilemekte iken siz –çok zor durumdakilere yapılabilecek kısa süreli yaşamsal destek hariç- hiç kimseye daha çok tüketim imkanı vaat edemezsiniz. Etseniz de arkasını getiremezsiniz.
Bütün partiler için söylüyorum; şu anda 10 milyona yakın insan işsiz ve dolayısıyla aç ya da yarı aç gezerken, onları çözümsüz bırakıp hasbelkader iş bulabilmiş insanlarınızın refahını yükseltme vaadinizin “hesaba uyan” hiç bir tarafı yoktur.
İsteyen toplasın, çıkarsın, çarpsın bu ülke ekonomisinin kazanç artışını(!) dağıtsın adam başına, sonucu kendisi görsün.
Düşünsenize; milli geliri artmayan bir milletin adamlarından her biri başına geliri lafla, hükümet kararıyla artabilir mi?
Muhasebe yapanlar bilirler; dükkanın kasasında olmayan ya da kasaya girmeyen para çıkmaz. Olmayan parayı kağıt üzerinde sarfetmeye kalkarsanız da o “hesap” ters ya da kırmızı bakiye verir ki bu durum sadece kasa hesabınızın değil, aslında bütün hesaplarınızın sağlıksızlığının, güvenilmezliğinin işareti sayılır.
Verdiğimiz bu örnek tabii ki bir küçük işletme için olduğu kadar bir milli ekonomi ve onun siyasetinde de geçerlidir.
Siyaseti “modellemek” iddia ve sorumluluğunda olanların olmazsa olmazı, bu ülke ekonomisinin öncelikle içte kendine yeterliliğini sağlamak; ardından dışarıya karşı ihracatını yani üretim fazlasını satacak pazarını genişletmektir. Çünkü ekonominin randımanını arttırmanın yolu içeride-dışarıda “toplam pazar”ı genişletmekten geçer.
2.Türkiye, içeride kendine yeterli üretim düzeyine kavuşabilmek için “hukuk”tan iç barışa, kur politikasından bürokratik yapısına, gümrüklerine (sınırlarına) sahip olmaktan rüşvet ve yolsuzlukların en azından "ayıp" sayılıp önüne geçilmesine kadar pek çok “sorun”unu ele almak ve hepsini de çözmek zorundadır.
İçerideki üretim artışının en önemli desteği dış pazarlara ulaşabilmekten geçer. İç pazarını “peşkeş”ten kurtarıp dış pazarlara kadar geniş bir üretim planlayamayanın bu küresel ekonomide başarı şansı yoktur.
Burada başaramazsanız, ne fakir fukaraya dağıtacak paranız, ne alınmış kredileri (borçlarınızı) döndürebilecek güç ve itibarınız olur.
Dış pazarın olmazsa olmaz şartı, komşu ülkelerden başlayarak Dünya ile iyi ilişkiler içinde olmanızdır. Siz nasıl ki tipini beğenmediğiniz mahalle bakkalından alış veriş etmezseniz, size sempatisi olmayan hiçbir ülke pazarına da mal sokamazsınız.
3. “Küresel ekonominin parçası olmak” kulağa hoş gelse de, bu alan aynı zamanda “küresel ekonomik güçlerin at oynattığı” bir alandır.
Güçleri bu alandaki pazarların hakimi olmalarından; bu hakimiyetlerini Dünya Bankası, IMF, OECD gibi kurumlar eliyle sürdürmelerinden kaynaklanır.
Siz “ben bu işleri buralardan gelen ağabeylere ablalara bırakacağız, onların ilişkileri iyidir” derseniz, bu iyi ilişkiler –işin doğası gereği- tabiatındaki çıkar çatışması dolayısıyla aslında kendi ekonominizi bozar.
Sonra da belki iyi niyetle ama, kendi halkınızı gider o adamlara müşteri olarak “teslim” edersiniz.
Tereddütü olanlar tarım ve hayvancılığı kimin “tavsiyesi” ile köreltip şimdi eti, samanı dışarıdan almak zorunda kaldığımızı, tekstilin ana maddesi pamuğu neden bitirip konfeksiyonu dışarıya kaptırdığımızı düşünsün. İthal tohum meselesini, hormonlu mısır işini, şeker pancarını düşünsün.
Bunlar düşünülmeden “Orta gelir tuzağı”ndan çıkacağız muhabbeti yapmanın bir anlamı yoktur. Önce sizi o tuzağa kimin, “hangi havalarda” ve nasıl düşürdüğünü düşünmek gerekir.
Hani Orhan Veli der ya “Bizi bu havalar mahvetti, böyle havalarda istifa ettim evkaftaki memuriyetten…”
Bütün bunlar düşünülürken de yakın çevredekilerden kimlerin kimlerin kankası olduğunu fark etmek ve ilişkileri ona göre düzenlemek meselesi var tabii…
İşte şimdi önümüzdeki "uzmanlık" derecesinde değerlendirilmesi gereken ilk konular bunlardır..
Ülkeyi refaha çıkartacak olanın ya da buna soyunacakların öncelikle bu konulara eğilmesi, tercihini ve çevresini bu yönde oluşturması, bu yönde kullanması gerekir.