Hukuk, insanlığın sosyal alandaki en önemli buluşlarından birisidir.
Toplumlar, varlıklarını sürdürebilmek için düzene ihtiyaç duyarlar. Düzen ise en basit anlatımla, kurallı yaşantı demektir.
Anlaşılan o ki, toplum halinde yaşamaya geçişle birlikte, bir arada yaşamaya karar verenlerden birisi öne çıkmış, üstün bir irade yaratılmıştır. “Kural” hep, öne çıkan bu iradenin isteğine göre biçimlenmiştir. Toplumsal düzenin merkezileşmesi aşamasında kuralın ne olması gerektiğine, yönetenler / egemenler karar vermişlerdir. Modern devlet aşamasında ise, demokratik yolla kuralların üretilmesi yöntemi benimsenmiştir. Ama güçlü olanın kuralı belirlemedeki rolü değişmemiştir.
Bu yönüyle hukuk, ilkel toplumdan, bugünkü gelişmiş toplumsal düzene ulaşıncaya kadar geçen süreç içerisinde üretilen, sistemleştirilmiş kurallar bütününü tanımlamak için kullanılmaktadır.
Hukuk, kurallar bütünü olarak ele alındığında, toplumsal yaşantının bütün boyutlarını kapsamakta, düzenin kendisi haline gelmekte ve yönetenlerle yönetilenler arasındaki güç dengelerine göre biçimlenmektedir.
“Kural” olarak ortaya çıkan irade, sosyal olgu (hayat ilişkileri) karşısında sürekli sınandığından toplumsal dengeleri gözetmek durumundadır. Çünkü kuralın kalıcılığı için, insanın ve toplumun doğasında bulunan “adalet” ve “barış” ihtiyacını yerine getirme ve yine ortaya çıkabilecek sürtüşmeleri giderme yetkinliği taşıması gerekir. Ayrıca, toplumsal ilerlemenin yönü ve sosyal değişimin nedenlerine göre kural, yeniden biçim kazanabilir ya da gelişen sosyal duruma uyarlanabilir. Bu nedenle, kuralın üretiminde ve yeni duruma uyarlanmasında kimi ölçütlerin geliştirilmesi bir gereksinim olarak ortaya çıkmıştır. Hukuku bir buluş haline getiren bu özelliğidir. Kuralların sistemleştirilmesi ve “Hukuk sisteminin” kurgulanması durumu.
Hukuk, toplumsallığın her alanına hükmeder hale gelince, birçok işlevi üstlenmek zorunda kalmıştır. Biryandan düzen sağlama ve sürdürme refleksiyle otoriteyi güçlendiren kurallar üretilirken, diğer yandan toplumsal / siyasal iş bölümü ve günlük hayatın düzenlenmesiyle ilgili organizasyon kurallarını üretmek hukukun görevi olmuştur.
Bu nedenle, iktidarlar hukuka muhtaçtır.
Kuralın kendisi kadar, kuralı kimin koyduğu da önem taşır. Ancak, kuralı hangi irade koyarsa koysun, insanlığın verdiği mücadeleler karşısında hukuk, barış ve adalet amacına yönelmek zorunda kalmıştır. Hatta kuralı kimin koyduğuna ve kime uygulandığına bağlı olarak adaletten ne anlaşılması gerektiği değişiklik gösterse de, hukuk, adalet ve barış kavramlarıyla özdeşleşmiştir.
Çünkü hukuk, insan hakları mücadelelerinin yansıma alanıdır. İnsan hakları denilen şey, insanın insan tarafından sömürüsünü kaldırma çabası sonucu ulaşılan değerler toplamıdır. Bu nedenle bir toplumda yürürlükte bulunan hukukun incelenmesi, toplumdaki güç odaklarının varlık tablosunu ortaya koyması bakımından önemlidir.
Toplumlar, mülkiyet ilişkileri (sınıflar) arasındaki çıkar çatışmaları nedeniyle türdeş bir nitelik taşımazlar. Böyle bir toplumsal yapıda hukuk, sürekli değişim ve devinim içindedir. Bir yandan egemen sınıflar sömürüyü ve tahakkümlerini geliştirmek ve pekiştirmek için çalışırken diğer yandan yönetilenler veya yurttaşlar yaşam ve insan haklarını genişletmek için mücadele eder.
Bu durum, hukuka toplumsal bütünlüğü koruma görevi yükler.
Hukuk sistemi bu görevi, devlet / kamu görevlilerinin hukuka bağlı kalışlarıyla (hukuk devleti), son kertede ise yargı sistemi aracılığıyla yerine getirir. Dolayısıyla hukuk, tanımı gereği dengeleri gözeticidir ve keyfiliğin karşıtıdır. Yine bu bakımdan, hukuk kuralları sadece kişilerin özgürlüklerini sınırlandırmaz, iktidarın elindeki gücü de sınırlandırır.
Hukuk sisteminin görevi toplumsal adaleti sağlamak olarak ele alındığında, herkese hakkını vermek, mevcut hakları korumak, saldırıları önlemek ve zararları gidermek devletin yapması gereken işlerin başında gelir.
Devlet bu görevini yargı aracılığıyla yerine getirir.
Hukuk sisteminin görünen yüzü yargıdır. Hukuk sisteminin çıktısı ise yargısal kararlardır. Hukuk düzeni meşruluğunu yargı kararları üzerinden üretir. Yargı, kendisine başvurulduğunda, hukukun üstünlüğünü gözeterek, toplumsal bütünlük sağlayan kurallar arasında bozulan harmoniyi yeniden kurup, toplumsal bütünlüğe hizmet eder. Yurttaşın sarsılan adalet duygusunu onararak (Berlin’de yargıçlar var), toplumsal bütünlüğe bağlılığı sağlar.
Egemenleri hizaya getiren bu özelliği nedeniyle iktidarlar hukuku / yargıyı, işlerini zorlaştıran bir engel olarak görürler. Yargının bağımsız, tarafsız ve dokunulmaz olmasından hoşlanmazlar. Yargı kararlarının meşruluğu üzerinden (şeriatın kestiği parmak acımaz), kendilerine meşruluk ve toplumsal rıza üretmek isterler.
Siyasal iktidar, kurulu düzenin anayasal sınırlarını aşan bir amaç da taşıyor olabilir. Özellikle bu durumda iktidar, yargının meşruluk üreten özelliğinden yararlanmak için yargıyı denetim altında tutacak yöntemler geliştirir, (milli iradeyi hakim kılmak, vesayeti kaldırmak şeklinde) gerekçeler bulur. Yargının bağımsız, tarafsız ve dokunulmazlık karakterini ortadan kaldıran bu talep, toplumsal güç ilişkilerinin bir yansıması olarak ortaya konulur.
Çünkü hukuk, egemenlerin ideolojik aygıtı olarak toplumsal davranışları düzenleme fonksiyonuna da sahiptir. Demokratik görünümlü bir devlette bu amacın gerçekleşmesinin yöntemi, meşrulaştırıcı etkisi olan yargısal kararlar yoluyla hukukun bir tahakküm aracına dönüştürülmesidir.
Her iktidar, gücü oranında ve kendi çıkarları doğrultusunda hukuku düzenlemek ister. Toplumsal güç ilişkileri arasındaki her mücadele, mutlaka hukuk düzleminde yansımasını bulur. Karşı duranlar / muhalifler, cezalar artırılıp, yeni suç tipleri yaratılarak, olağanüstü yargı yolları bulunup (özel mahkemeler kurulup) uygulanarak bastırılır.
Bu çerçevede terör ve şiddet ortamı, iktidarlara bulunmaz fırsatlar sunar. İktidarlar, siyasal çıkarları için kontrollü bir terör ortamını kendileri dahi yaratabilirler. Terör ortamı, devletin hukuk dışına çıkması için bir fırsata dönüştürülür. Şiddet, toplumsal rıza eksikliğini telafi etmek için kullanılabilir. Özgürlük – güvenlik dengesinde toplumsal güvenlik ihtiyacının her şeyin önünde olacağı bir algı ortamında, olağanüstülük olağan hale getirilir.
Yukarıda anlatılan tablonun Türkiye’nin son döneminde yaşananlarla benzerliğini okuyucu sezmiş olmalıdır. Silivri yargılamaları, özel yetkili ağır ceza mahkemeleri, sulh ceza yargıçlıkları, HSYK nun ve yüksek mahkemelerin yapısının değiştirilmesi, özel olarak seçilen yargıçların kritik mahkemelere atanmış olması gözler önüne gelmiş olmalıdır.
Oysa temel olan şey insandır. İnsan hakkıdır. Eğer insan her şeyin ölçüsü ise, hukukun koruyacağı öz, tanımlayacağı düzen insan haklarını esas almalıdır.
Av. Başar YALTI