Karanfilini de Al Git!

~ 16.10.2015, Yeni Yaklaşımlar ~

Adliyelerimiz, stadlarımız, saraylarımız hep büyük, büsbüyüktü ya, katliamımız da büyük oldu! Ama insanlığımız, hukukumuz, haberciliğimiz hep küçücük kaldı onların yanında...

Büyük, dayanılması zor, ardından getirdiği ve getireceği acıları da hiç kolay dinmeyecek bir katliam yaşadık 10 Ekim günü. Katliam başlı başına tarifi zor bir durumken sonrasını da kalanlara, yakınlara katliam şeklinde yaşadığımızı söyleyebilirim!

Bir siyasi görüşe ya da barış fikrine katılmıyor, hatta nefret ediyor olabilirsiniz ancak ölülerine ulaşmak, yaralılarını kurtarmak isteyen insanlara saldıramazsınız!

Sanırım 13 yıllık AKP iktidarının en tehlikeli icraatı, düşmanlaştırma ve ötekileştirmenin ötesinde vicdanı yok etmek olmuştur!

Oysa bizler bu ülkede vicdanla büyüdük. Arkadaşımız Necdet Adalı “bir sağdan, bir soldan kıyalım” diyenlerce Mustafa Pehlivanoğlu ile aynı zamanda idam edildiğinde, Pehlivanoğlu benim fikrimce “faşist” olarak nitelense de idam edilmesi üzücü ve karşı çıktığım bir durumdu. “İdam cezası devletin taammüden adam öldürmesidir” diyen ceza hukuku hocalarıyla hukuk okuyup, “Hor baktık mı karıncaya, kırdık mı kanadını serçenin, ya nasıl kıyarız insana…” diyen şairlerin şiirleriyle büyüdük biz!

Evet, kalbim Ankara’da kaldı! Hep, ama hep böyle oldu aslında!

70’li yıllarda yanıbaşımızda yitirdiğimiz, adını sayamayacağım kadar yüklü arkadaşlarımızın cenazelerinde; hırsızlığın sosyolojisini bile mütalaasında tartışarak, emekten yana tavır koymaktan çekinmeyen ve tabii ki öldürülen savcı Doğan Öz’le; 80’lerde işkencelerde, cezaevlerinde kaybettiklerimizle; sonra faili çok belli olan “faili meçhul”lerle; Uğur Mumcu’yla, sevgili Hukuk Tarihi hocamız Coşkun Üçok’un eşi, bir bombalı paketle katledilen Bahriye Üçok’la; evimizin arka sokağında, neredeyse her gece bombalanan Türk Hukuk Kurumu’nun Başkanı Muammer Aksoy’la… ve daha niceleriyle –ki eziyetten ya da kalpten gidenleri saymıyorum- hep “Ankara’nın taşına bak gözlerimin yaşına bak…” diyen Ruhi Su’nun sesiyle uğurladık pırıl pırıl insanlarımızı…

10 Ekim günü de yine böyle oldu: Bir gece önce hepimiz yollarda Ankara’ya doğru yol alırken, keyifle mesajlaşırken, daha “Barış” sözünü haykıramadan insanlarımız Barış olup savruldular havaya!

Keçiören Morg’unda bulunduğum iki gün boyunca gördüklerim gözümden, ölüm kokusu burnumdan, feryatlar, gözyaşlarının sesi kulaklarımdan nasıl çıkar bilemiyorum… Ama bildiğim bir şey var ki oradaki herkes benim yakınımdır artık!

7 Haziran seçimleri öncesi attığım her adımda karşılaştığım Barış Annesi Meryem Bulut’un oğlu, kardeşi… Yeniden aday olduğumuz 1 Kasım seçimlerinde “Kadınlar barışta ısrarcı” diyerek sohbet ettiğimiz, seçimler için aldığı yeni kıyafetlerini giyemeden giden Kübra Meltem Mollaoğlu’nun eşi, kızları… Bir yanımda “ah babam yoksul babam, benim babam yoksuldu be! Senin yerine ben öleydim” diye ağlayan Karadeniz’li, kulağı küpeli genç… Diğer yanımda “Ah oğlum senin yerine ben öleydim diyen” acılı baba… Bir an ara vermeden eşi için soluksuz gözyaşı döken, ismini bilmediğim adam… 17 yaşındaki yeğeni Dicle’yi yitiren arkadaşım Ömer Deli… Daha çok üzülmesinler diye, ölen babasıyla birlikte cenazesini yollamaya çalıştığımız dokuz yaşındaki Muhammed Veysel Atılgan’ın yakınları… Demiryolu sendikacıları... Hepsi birbirinin koluna girmiş ağıt yakan kadınlar… Hepiniz yakınımsınız!

Evet, hep biz öldük ve utanmadan, bugün de hala utanmadan ölümlerden bile sorumlu tutulmaya çalışılıyoruz! “Evet, kendi kendimizi öldürüyoruz!” diye haykırmak istiyor insan: “Bu kez de ölmediğimiz, sağ kaldığımız için utandığımız, vicdan azabı bile çektiğimiz bir hayatı bize yaşattığınız için yine biz suçluyuz” diye haykırmak! “Bir sonrakine öleceğiz, söz veriyoruz” diye haykırmak!

Zalimsiniz! Tek kelimeyle zalim! Herkese yetecek bir dünyayı zindan ettiğiniz için zalim! Çocuklarımıza sürekli ölüm korkusu yaşattığınız için zalim!

Bize yine korkunç bir katliam yaşattınız! Ülkenin en barışık ve güler yüzlü insanlarının olduğu, ancak hastanelerini doldurduğunuz IŞİD militanlarıyla,  korkudan insanları hastanelere dahi gidemez hale getirdiğiniz Hatay’ı; yapılan bütün uyarılara rağmen dokunmadığınız “dokumacıları”, “oğlum IŞİD’e katıldı” diyen aileleri, silah dolu MİT tırlarını, bunu değil, bunu yazdığı için soruşturduğunuz gazetecileri, binlerce insanı yurdundan eden ve şimdi denizlerde yiten mültecilerle bize bir vicdan yarası daha açtığınız, savaş sonrası rant üzerine kurulu Suriye politikanızı mı sayayım… Adım adım getirdiniz buralara!

Peki böyle bir şeyi öngöremediniz diyelim iyiniyetle, ya sonrası!

Katliamın hemen sonrasında olay yerinde bir milletvekili olarak iki saat boyunca yegane muhatap olarak polisi ve “Vekilsen vekilsin be” demeye cüret eden bir güvenlik şube müdürünü buldum! İki saat boyunca savcı yok mu diye sordum! Ortada yeterli ambulans olmadığı için arabalarla yaralı taşımak zorunda kaldık! Olay yeri çok sonra çevrilip, deliller toplanabilir hale geldi! Avukatlar, sanki olmaması gereken insanlarmış gibi sayıyla “iki yeter, üç yeter” diye sayılarak alana sokuldu! İnsanlar yakınlarına ulaşmak için demir kapılı bir morgun arka bahçesinde buz gibi soğukta bekletildi! Ha pardon Kızılay çorba verdi! Ölüm haberleri sanki bir sınav sonucu verilir gibi verildi o insanlara; ne bir psikolojik destek vardı ne de acıyı paylaşma! Cesetler önce açıkta teşhis ettirilmeye başlandı, sonra bir büyük çadır kurularak “daha insani” bir ortam sağlandı. Kapkaranlık morg önü, piknik yerindeki uyduruk kablolara takılmış ikide bir patlayan lambalarla aydınlatılmaya çalışıldı. Türkiye’nin başkentinde sadece 6 masalı bir morgta otopsi yapıldı. O kadar kısa sürede bunca otopsinin nasıl yapıldığına hiç değinmeyeceğim, çünkü bu bile lüks olur! (Bunun için canla başla uğraşan sağlık çalışanlarına ise hiçbir sözüm yok). Bir de cenaze kaldırma işlerini unutmamak gerek, en iyi o yapıldı!

Basın ise orada duruyordu! Evet duruyordu, tanıklık etmiyordu, edemiyordu! Koskoca katliam Reuters fotoğrafıyla manşet olduğu gibi, bizler de ilk önce yabancı gazetecilere konuştuk ağlayarak! 

Adliyelerimiz, stadlarımız, saraylarımız hep büyük, büsbüyüktü ya, katliamımız da büyük oldu! Ama insanlığımız, insani yardımımız, hukukumuz, hukuka uygun, insan haklarına uygun şartlarımız, haberciliğimiz hep küçücük kaldı onların yanında!

Ey insan olan sana sözüm; “Ne olursun vicdanını koru ve bari ölenlerin ardından ne olursa olsun “onlar, bizler” yapma” dır!

“Ey ulu devlet yetkilisi” sana sözüm ise şudur: Eğer o alana ilk gün gelemiyorsan, yurttaşlarının acısını paylaşamıyorsan, bunu diyelim ki istemediğin için değil, yurttaşlarının tepkisinden çekindiğin için dahi yapamıyorsan; zaten o ülke senden, sen de o ülkeden çoktan vazgeçmişsin demektir! Sonunda “Karanfilini de al git” derler insana! Beddua edilmesi yasak olan bir evde büyümüş biri olarak edebileceğim bedduam budur: “Karanfilini de al git” ve bizi bizimle bırak artık! Yeter! 

Önemli Not: “Polisler, askerler öldü, terör, terör PKK” diyenler için: Terör benim için herkesin kendine yonttuğu, dünyanın en içi boş ve kifayetsiz kavramlarından birisidir, siyasi arka planı olmadan hiçbir şeyi ifade etmez! Bu yazı ise 30 yıldan fazla yaşanan bir savaş ve Kürt illerinde yapılan zulüm için; ölen binlerce sivil, asker, polis ve gerilla için yazılmamıştır! O tarih; yaşayanlarının kendi ağzından kendi yazılarıyla yazılmış ve yazılacaktır. Yazı sadece Ankara’da büyümüş bir kadının şahsi ve kısmi devlet zulmüne dairdir!(FK/ÇT/HK)

Filiz Kerestecioğlu

Halkların Demokratik Partisi İstanbul milletvekili. 1961’de Gölcük’te doğdu. 1984’te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. 1987’den beri avukat olarak çalışıyor. Uzun yıllardır feminist mücadele içinde. Şirin-Ahmet Tekeli Kadın Hukukçuları Destekleme Vakfı Kurucusu, İstanbul Barosu Kadın Hakları Uygulama Merkezi kurucusu üyesi, Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı kurucu üyesi, “Feminist” ve “Pazartesi” dergileri Yayın Kurulu üyesi idi. Müzik, edebiyat, belgesel sinema alanlarındaki çalışmalarıyla da kadın mücadelesininde yer aldı.

bianet

 

Hits: 1040