Doğrusu insanın buna inanası gelmiyor:
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü OECD’nin bu günlerde yayınladığı rapora göre; Türkiye gelir eşitsizliği ya da gelir dağılımındaki adaletsizlik yönünden Şili ve Meksika’dan sonra bu dünyanın sondan üçüncüsü imiş.
Üstelik bu sıralamada Türkiye, 2011 yılı rakamlarına göre değerlendirilmiş.
Son dört yılda ekonomimiz açık seçik daha da “gerilere” gittiğine göre varın son durumu siz hesabedin.
*
Gelir eşitsizliği kabaca anlatmak gerekirse, zengin ile fakirin geliri arasındaki farklılık.
Bu fark, matematik olarak iki değişkene bağlı olarak artıyor:
Bunlardan biri, yoksulların daha da yoksullaşması; diğeri zenginlerin daha da zenginleşmeleri.
Biri aşağıya, diğeri yukarıya doğru giderken aradaki makas açılıyor ve gelir dağılımı daha da adaletsizleşiyor.
Peki acaba bizde bu ikisinden hangisi daha etkili oldu?
Bunu rakamlarla ölçmek çok ayrıntılı bir çalışma gerektiriyor ama çıplak gözle de görünen bir iki “durum”u söyleyelim:
TÜİK’e yani devletin istatistiklerine bakarsanız, Türkiye’de resmi işsiz rakamı 3 milyonun biraz üzerinde.
Ancak bu rakam bulunurken çok dar bir tanım yapılıyor ve sadece son dönemde “ben iş arıyorum” diye başvuranlar dikkate alınıyor. Oysa hepimiz çevremizden biliyoruz ki etrafta iş aramaktan ümidini kesmiş, aramaktan yorulmuş, ya da iş arayan ama herhangi bir yere resmi başvurusu olmayan pek çok kişi ile “boşta olmayıp boşa çalışan” yani dostlar işte görsün diye bir yerlere gidip gelen, üç otuz paraya çalışan(!) pek çok kişi var.
Bunları da sayarsanız “işli” diyemeyeceğiniz en az 10 milyon yurttaşımız var.
Bu rakamı bir de “Yoksulluk sınırı içindekiler” yönünden yakalamaya çalışırsanız orada da tablo şu: Türkiye’de 46 milyon kişi yoksulluk sınırı içinde yaşıyor!
Yani bu gün için kişi başı 1.094 liranın altında.
Şimdi kimileri “bu da az para mı?” diyecektir.
Ama gelişmiş ülkelerin standartlarıyla “Soğanın cücüğünü yediği zaman kendini zengin sayanlar” arasındaki algı farkını gözden kaçırmamak lazım tabii.
Şimdi düşünelim bakalım: Gelir dağılımında adaletsizlik artarken bu fark fakirlerin daha fakirleşmesinden mi doğuyor yoksa memleket ekonomisi daha kötüye giderken “dolar milyarderleri” sayımızın dünyadaki gelişmiş ülkelerle bile yarışıyor olmasından mı?
Yoksa, milli ekonomi yani “milletin ekonomisi” gerilerken doğal olarak iktidara yakın birilerinin inanılmaz zenginleşmesinden mi?
Para ile imanın kimde olduğu belli olmaz ama, bizde dolar milyarderi olduğu ayan beyan belli olanların sayısı 2002 yılında sadece 5 iken 2015’de 33 olmuş.
Gizlileri bırakalım bir kenara şimdilik.
*
İstatistikler “nereden bakıldığına bağlı olarak” çok farklı sonuçlar verirler.
Türkiye’deki “yaygın işsizlik” ile “düşük gelirli çalışma” hayatı, son yıllarda “politikacı”lara önemli bir fırsat vermiştir:
Fakire sadaka dağıtarak oyunu almak ve bu yolla gelirini arttırmak…
Resmi rakamlara göre Türkiye’de 11,5 milyon kişi bir “biçimde” bu yardımlardan yararlanıyor.
Dolayısıyla ülkede, belirli bir “işi” olup da bu nedenle ve bu düzeyde geliri olmak yerine, politik tercihlere göre artıp azalabilen bir gelir yansıyor bireylerin yaşantısına.
“Oy” akışına bağlı olarak sürdürülmesinden kaynaklanan, demokratik sakatlığı hadi neyse de; bir gün siyasi tercihlere bağlı olarak tümden kesilivermesi, açıktır ki Türkiye’deki gelir eşitsizliğini daha da sarsabilecek.
*
Kapitalist ekonomilerde “vahşi”lik tartışması bir yana, birilerinin gelirinin artması sevindirici ve bu sistemin başarısı olarak görülüyor…
Taraftarları, bu nedenle gelir dağılımında artacak eşitsizliğin çözümü olarak “yüksek gelir” ve “servet”lerin daha fazla vergilendirilerek zenginliklerin törpülenebileceğini ve buradan törpülenen gelirin başta alt gelir guruplarına aktarılacağını ileri sürüyorlar.
Bu teorik olarak doğru görünüyor…
Ama dönüp de bu törpülemenin yani büyük ticaret ve sanayi kurumlarının o gelirlerinin gerçekte ne kadar “törpülendiğini” araştırırsanız, aslında fazla bir şey olmadığını da görebiliyorsunuz.
Türkiye’nin bütçesi içindeki Kurumlar Vergisi yani şirketlerin ödediği vergi şöyle:
-2014 yılında 325 milyarlık bütçenin yüzde 8,9’u olan 29 milyar lira.
-2015 yılında 452 milyarlık bütçenin yüzde 7,8’i olan 36,1 milyar lira.
Bu rakamlara bakılırsa, “şirket”lerin bu ölçülerde vergilendirilmesi ile ne kamu finansman yükü bu gurubun sırtına yükleniyor, ne de buradan gelen para ile 46 milyon yoksulumuza ciddi bir destek vermek mümkün.
Bölün 36,1 milyar kurumlar vergisini 46 milyon yoksula, adam başına “yılda” 784,7 lira “ayda “65,4 lira düşer.
Bozdur bozdur harca değil mi?
Üstelik 2014’ten 2015’e bu rakam giderek düşmekte iken.
*
Daha da net bir “veri”den söz edelim mi?
IMF’in “niyetlendirmesi dolayısıyla şu anda aylık geliri asgari ücretin üçte birinden yüksek yani 400 liradan fazla olduğu “varsayılan” işsizlerimizden bu rakamın yüzde 12’si kadar Genel Sağlık Sigortası” primi isteniyor.
Ödeyemezsen şu kadar ceza, ardından haciz.
“Cebinde paran var mı?” diye soran da yok üstelik.
Aynı çatı altındakilerin toplam geliri kişi başına bölünüyor, 400 lirayı bir lira aşarsa “ver bakalım 48 lira!.
Düşünebiliyor musunuz, devlet eliyle o adamın elinden yiyeceği kuru ekmeği alıp, “Artık daha sağlıklı yaşaman için seni zorunlu sağlık sigortası kapsamına aldık, yat kalk dua et” deniyor.
Sonuç olarak, Türkiye’de gelir eşitsizliği maalesef bu dünyanın en ileri düzeyindedir.
OECD Raporunda yer verildiğine göre asla birilerinin politik karalaması da değil, evrensel ölçülere göre bu böyledir.
Rakamlar aslında 2011 Türkiyesi’nden olmakla bu gün ve gelecek açısından hayli düşündürücüdür.
Bu düzene karşı çıkanlar olacaksa, yapacakları işlerin başında “sadaka”ların arttırılması değil, gelirin yani üretime katılmaktan kaynaklanan gelirin yükseltilmesi, sistemin aşırı zenginleştirdiği kesimlerin daha katı bir biçimde vergilendirilmesidir.
Bunun dışında söylenen her söz, bu tabloyu daha da çarpıklaştırmaya göz yummaktan, gerçeği göz ardı etmekten, yürüyen düzene göz kırpmaktan öteye geçemeyecektir.
.
Okuma parçası:
1. http://tr.sputniknews.com/yasam/20150522/1015604176.html
2. http://www.turkis.org.tr/dosya/8BPrv9CducUP.pdf