ÇÖZÜM SÜRECİNE "ÜÇÜNCÜ GÖZ"

~ 16.09.2015, Ali ER ~

 

 

 

Ali ER

 

Kobani olaylarının ardından kilitlenen çözüm sürecinde çıkış yolu arayışları, “Taraflar açısından niyet tazelemesi” ile sonuçlandı. “Niyet tazelemesi”, masadan kalkan taraf olmadan “Kervan yolda düzülür” mantığı ile sürece devam kararıdır. Somut bir sonuç çıkar mı? “Barış” gelir mi? Biraz zor görünüyor. Çünkü masadakilerin süreçten beklentileri taban tabana zıt ve üstelik çözüme odaklı değil.

AKP’nin hedefi; süreci seçimlerde oya tahvil edebilmek, PKK için ise demokratik özerklik ve Öcalan’ın statüsü işin pazarlama aracı, asıl hedef “Egemenlik”; yerel iktidarı ele geçirmek…

Şeffaf olmaması, ortak akıl ve demokratik katılıma kapalı olması “Çözüm sürecinin” en önemli yumuşak karnı. Hükümet “ben yaptım oldu” mantığı ile hareket ederken, aslında Öcalan ve PKK’ya kendi düştüğü yalnızlıktan sonuna kadar faydalanma olanağını veriyor. Ama bunun ayırdına henüz varmış bile değil. Oy ve sandık odaklı hırsın, akıl ve gerçeklerin önüne geçmesi, çözüm sürecini adım adım çıkmaza sürüklerken Öcalan ve PKK, her yeni adımda veya açılımda kazanımlarına yenilerini ekliyor.

Son olarak “Kobani olayları” ile süreç yara alsa da olayları durduran adam rolü üstlenen Öcalan, elini biraz daha güçlendirdi. Buna karşılık yaklaşan seçim baskısı AKP’nin manevra alanını iyiden iyiye daraltıyor. AKP’nin oyalama taktikleri bundan sonra ne kadar işe yarar bilinmez ama gelinen noktada sürecin olmazsa olmazının “Demokratik özerklik” ile PKK ve Öcalan’a yeni bir statü kazandırılması olduğu aşikâr. Ortaya atılan “Üçüncü göz” ise, PKK’ya uluslararası meşruiyet kazandırma olasılığının yanında sorunu iç hukukun da dışına çekme potansiyeli taşıyor.

Toplumun ortak değerlerine ve sinir uçlarına dokunan masadaki “Al gülüm ver gülüm” pazarlığına halkın hemen “Evet” demesinin mümkün olamadığını gören Hükümet, yaklaşan seçimler arifesinde süreçle ilgili algı yönetimine ağırlık vermeye ve sürecin katalizörü “Akil adamları”, şimdi de “Üçüncü göz” formatında sahaya sürmeye hazırlanıyor anlaşılan. Ancak bu sefer Hükümetin işi beklenenden de zor, özellikle “Kobani” ile sembolleşen PKK’nın uluslararası meşruiyet ve muhataplık kazanma şansı nedeniyle, ikna için daha büyük tavizler gerekecek. Çünkü artık sürece dış aktörlerin de dahil olması masadaki temel şartlardan biri olmak üzere.

HDP ve PKK tarafından ortaya atılan “Üçüncü göz” bir devlet olur mu? Herhalde olmaz. Çünkü AKP hele seçim öncesinde “Ulusal egemenlik” gibi hassas bir konuda böylesine bir riski göze alamaz. Bunu teklif sahipleri de çok iyi biliyor. Ancak ölümle korkutup sıtmaya razı edercesine yapılan çıkışın ardından Halkımız, yeni bir algı operasyonu ile uluslararası “Akil adamlar” izlenme komitesine razı edilecek gibi görünüyor. Bunun ilk adımı da “Akil adamların” farklı bir formatta devamı olmaya aday 16/30 üyeli “Üçüncü göz”. Ancak PKK ve HDP’nin “Üçüncü göz” talebi net ve açık; süreci adım adım izlemeye yetkili uluslararası bir komite…

Bu sürpriz(!) çıkış, 12 Eylül Referandumunun hemen ertesinde dört Batılı devlet adamından oluşan Batılı akil adamların soluğu Diyarbakır’da almalarına daha da güçlü bir anlam kazandırmıyor mu? Kimdi bu “Akil adamlar”? Can Dündar’ın 18 Eylül 2010’daki köşesinden alıntı ile hatırlatalım[1]: “Heyette, Finlandiya eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari, İspanya eski Dışişleri Bakanı Marcelino Oreja Aguirre, Hollanda eski Dışişleri Bakanı Hans vanden Broek, Avusturya eski Dışişleri Müsteşarı Albert Rohan...”

“Heyetin Başkanı Ahtisaari, Kuzey İrlanda’da IRA’nın silah bırakmasına dair tahkikatın başındaydı. Daha sonra Endonezya Hükümeti ile Özgür Aceh Hareketi arasında devreye girdi. BM’nin Kosova Özel Temsilcisi olarak Kosova’nın bağımsızlığıyla sonuçlanan süreçte rol aldı. 2008’de Nobel Barış Ödülü

 

’nü aldı.”  

 

Finlandiya eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari’nin “üçüncü göz” tartışmalarının Ankara’da tozu dumana kattığı bu günlerde de Ankara’da boy göstermesi, 11nci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmeleri ancak derin bir tesadüf ile açıklanabilir şüphesiz!

Yine hatırlayalım 2013 Martında Milliyet gazetesinde depreme neden olan “İmralı tutanaklarında” da Öcalan, “Komisyonlar kurulacak. Akil adamlar denetiminde olacak.” diyordu ve  “özgür kalmaktan” dem vuruyordu büyük bir öngörü ile!

Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyetinin, 91 yıllık tarihinde bekası ve milli güvenliği ile ilgili en büyük sorununun çözümünde “Üçüncü göz” uluslararası izleme komitesini kabul etmesi; Türkiye’yi geri dönüşü olmayan bir yola sokabilir. Bu yolda çözüm süreci Türkiye’nin iç hukuk ve anayasal egemenlik haklarından fiilen feragat etmesi gibi kabulü zor şartları masaya getirebilir; iç hukukun yerini uluslararası hukukun alması ve özellikle “Savaş hukukunun” devreye girmesini kaçınılmaz kılabilir.

“Üçüncü göz” bir devlet de olsa iç veya uluslararası izleme komitesi de olsa Türkiye, iç sorununun çözümünde kendi anayasasından aldığı ulusal egemenlik haklarından fiilen vazgeçmiş olacaktır. Bu ise savaş hukuku çerçevesinde PKK’ya “Savaşan taraf” statüsü kazandıracağı gibi, PKK adına eline silah alan militanlar ve PKK türevi örgüt üyelerinin iç hukuktan muaf tutulmaları ve yeni bir statü ile demokratik hak ve özgürlükleri “Barış masasında” kazanmalarının yolunu açabilir. Bunun yanında “Üçüncü göz”, yaklaşan seçimlerde varsa yoksa oya odaklanmış AKP’nin sırtına yüklenmesi olası genel af küfesinden seçim arifesinde kurtulma şansı(!) verebilir. Çünkü PKK ve HDP’nin genel af talepleri fiilen gündemden düşecek veya en azından muhataplık adresi değişecektir. PKK militanlarının “Özgürleştirilmeleri” bundan sonra “Üçüncü gözün” karar ve iradesine geçebilir. “Üçüncü göz” önerisinin bu yönüyle, PKK ve HDP’nin Hükümetten habersiz naif bir çıkışı olduğuna inanmak mümkün mü?

Sürecin evrildiği bu yolda sonunda doğacak bebek; konjonktüre göre “Özerk”, “Federe” veya “Konfedere” yapıda olsa da en nihayetinde bebeğin adında “Kürdistan” olacaktır. Bağımsızlık yolunda PKK’nın Barzani’ye karşı iktidar mücadelesi Kobani’de ortaya çıkmış olsa da şimdilik buzdolabında. Çünkü Türkiye ayırdında mı bilinmez ama “Bağımsız Kürdistan” için “taşıyıcı anne” rolünü fiilen yüklenmiş görünüyor, Barzani yönetimi ve Petro dolarları da sütanne…

Başka bir ifade ile Ortadoğu’nun sınırlarının yeniden düzenlenmesi ve bölgede ABD’nin hamiliğinde İsrail’le de ittifak içinde olacak Bağımsız Kürdistan’a yelken açan süreç, emperyalist odakların telkinleriyle farklı bir kimlik kazanmaktadır.  Özetle önümüzdeki süreçte Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinin, ulusal egemenliğinin ve bütünlüğünün, halkımızın doksan bir yıllık kazanımlarının masada pazarlık konusu olduğu ayan beyan ortaya çıkmıştır. Bu yolun sonunda Türkiye’nin demokratikleşmesi ne de Kürt sorunun çözümü görünüyor. Asıl hedef; Türkiye’nin yeniden yapılandırılması ve PKK’nın da uluslararası meşruiyetinin ve bölgesel egemenliğinin tescilidir.

İyi güzel de AKP bu oyunun içine yer almayı nasıl içine sindirebilmiştir? Bunun cevabı amiyane tabiri ile AKP’ye yutturulan zokada yatmaktadır. Bu zoka “Misak-ı Milli” kavramı içinde referans edilen Musul ve Kerkük petrol kaynaklarıdır. Bu zoka yeni değildir. Rahmetli Özal zamanından beri ABD tarafından tekrar tekrar pişirilip masaya getirilmektedir. Sonunda Türkiye Cumhuriyetinin geleceğini ipotek altına alabilecek adımlara AKP’nin kapalı kapılar ardında ikna edildiği görülmektedir. Anlaşıldığı kadarı ile doğalgaz ve petrolden gelecek dolarlar bazılarının gözlerini iyice kamaştırmıştır.

Sonuç olarak; Cumhurbaşkanı Erdoğan Başbakan iken her ne kadar adına “Çözüm süreci” olmadı “Barış süreci” dese de bu süreç olsa olsa daha başından adını koyduğumuz gibi Türkiye Cumhuriyetinin “Çözülme”[2] sürecidir. Çünkü asıl muhatap; özgürlük ve eşit vatandaşlık temelinde halkımızın demokratik iradesi değil, silahlı terör örgütü PKK’nın başı ve temsilcileridir. Şimdi süreç PKK’nın uluslararası meşruiyetine doğru everilmektedir. Halkın demokratik temsilcileri diyebileceğimiz HDP’ye düşen görev ise Kandil ile İmralı arasında mektup taşıyıcılığıdır.

Asıl hedefin ne Türkiye’nin demokratikleşmesi ne de Kürt sorununun çözümü olmadığı, işgaller ve “Arap Baharı” gibi halk hareketleri ile yeniden yapılandırılmakta olan Ortadoğu’da Türkiye’nin de bu düzenle uyumlu bir Devlet yapısına göre kurgulandığı görülmelidir. Beğensek de beğenmesek de Halkımızın bugüne kadar elde ettiği kazanımları ve geleceğinin masada olduğu bir süreçte “Bana güven gerisine karışma sen” diye özetlenebilecek bir tutumla halk adeta susturmaya çalışılmaktadır. Sonunda kazanan ne Halkımız ne de Devlet olacaktır. Artık Türkiye Cumhuriyetinin muhatabı özgürlük ve eşit vatandaş temelinde halkımız değil silahlı terör örgütü PKK’nın lideri Öcalan’dır. Şimdi buna uluslararası muhataplar da eklenmeye çalışılmaktadır. Yanlışlık tam da buradadır.

Bugün adına ne derseniz deyin “Kürt Sorunu”, Demokrasi ve ekonomi başta olmak üzere Türkiye’nin güvenliği ve ulusal bütünlüğüne yönelik en somut ve güncel risktir; adeta ayağına vurulmuş bir prangadır. Bu sorun çözülürse kazanan öncelikle demokrasimiz, gençlerimiz ve ulusal bekamız olacaktır. Bu nedenle bu sorunu çözecek kalıcı ve sürdürülebilir politikalar geliştirilmesi Türkiye’nin geleceği için olmazsa olmazdır.

Ancak kalıcı ve sürdürülebilir politikalar yerine seçimler yaklaştıkça ülkede göreceli sükûneti sağlayacak kozmetik önlemleri  “açılım” veya “süreç” algısı ile pazarlayan AKP Hükümetleri için artık kara görünmüş, 2015 seçimleri öncesinde çıkış yolu tıkanmıştır. Bu nedenle somut bir çözüm yerine korkarım daha önce hiç tecrübe etmediğimiz ölçekte metropollerdeki terör eylemleri hatta “Kalkışma” türü halk hareketleri yaşanabilir. Çünkü Oslo'da olduğu gibi şimdi de İmralı'da masadan kalkmak zorunda kalınınca Öcalan, PKK’nın tırmandırabileceği eylemleri hatta “halk isyanını” bir sonraki aşamaya güç kazanmak için en sağlam ve güvenilir araç olarak görmektedir. Bu bağlamda PKK’nın hazırlık durumu 6-8 Ekim olaylarında fiilen denenmiştir.

 

 

O halde çözüm nedir? Çözüm kısır siyasi çekişmelerden ve ön yargılardan uzak, kimlik siyaseti yerine eşit yurttaşlık temelinde TBMM’de aranmalı ve kararlılıkla gerekli adımlar atılmalıdır. PKK’nın silah zoru ile halkın iradesine el koymasına Halkın özgür iradesi ile karşı çıkılmalıdır. Ne olursa olsun Halkın demokratik temsilcilerinin yer aldığı ulusal mutabakata dayalı bir strateji, eninde PKK’nın varlık nedenini ortadan kaldıracak ve PKK’yı marjinal kılacaktır.  

 



[1] http://www.milliyet.com.tr/kim-bu-akil-adamlar-/can-dundar/guncel/yazardetay/18.09.2010/1290556/default.htm

[2] http://yeniyaklasimlar.org/m.aspx?id=4453

 

Hits: 1701