> CAN UĞUR [email protected]
Türkiye’de 7 Haziran genel seçimleri sonrası başlayan gerginlikler Suruç katliamı sonrası içsavaşı andıran bir tabloyu ortaya çıkardı. Özellikle AKP’ye ve MHP’ye yakın kesimlerin başlattığı saldırılar karanlık bir sürecin habercisi olarak yorumlandı. HDP ve CHP başta olmak üzere İstanbul’dan ve Anadolu’nun birçok yerinde parti binalarına saldırılar düzenlenirken gazete binalarının camları kırıldı. Hürriyet’e dönük saldırıyı ise sosyal medya üzerinden yorumlayan birçok AKP’li ise ‘protesto özgürlüğü’ diye yorumladı. Özgürlük kavramının saldırıların ardından bir savunma aracı haline getirilmesini Özgürlük Yanılsaması ve Oburluk Çağı gibi kitaplarıyla özgürlük kavramının teorik arka planını ve felsefi yönlerini sorgulayan Yrd. Doç. Dr. Yıldız Silier’le konuştuk. Boğaziçi Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü başkanlığı yapan Silier, farklı düşüncelere yaşam hakkı tanımamak üzerine kurulu bir özgürlük anlayışının söz konusu olamayacağının altını çizdi.
>> Türkiye’de özgürlük kavramı sıkça kullanılan bir kavram. Ne anlama geliyor bu kavram?
Bugün Türkiye'de özgürlük kavramı farklı gruplar için ne anlama geliyor sorusunu cevaplayabilmek için önce bir nabız yoklaması yapma gereğini duydum ve internetteki popüler bir sözlüğün 106 sayfalık "özgürlük" maddesinin rastgele yirmi sayfasını dikkatlice okuyunca şöyle bir resim ortaya çıktı. Burada, kabaca üç farklı özgürlük anlayışından bahsedebiliriz.
>> Nedir bunlar?
İlki ve en yaygın olanı, özgürlüğü insanın bencilliğini sınırsızca yaşayabilmesi olarak görüp, "bekâr ve zenginsen özgürsün" diye özetliyor. Buna bireyci özgürlük anlayışı diyebiliriz. Buradan yola çıkarak, ya ne kadar güçlüysen o kadar özgürsün noktasına varılıyor ve böylece toplumsal hiyerarşiler değişmez bir olgu olarak kabul edilip meşrulaştırılıyor, ya da özgürlük her zaman kaos getireceği için toplum içinde mutlak özgürlüğün mümkün olmadığı, mümkün olsa bile değerli bir şey olmadığı iddia ediliyor. Bu yol ayrımını uzlaştırma çabasından da en yaygın klişelerden olan başkasının özgürlüğünün başladığı yerde seninki biter sonucu çıkıyor. Burada özgürlük temelde eylem özgürlüğüne indirgeniyor.
İkinci anlayışa göre özgürlük, eylem özgürlüğüyle değil, özgür hissetmekle ilgili bir şey olduğundan kaybedecek hiçbir şeyi olmayan, yani beklentilerinden ve korkularından kurtulmuş olanların özgür olabileceği söyleniyor. Bu da ya köksüzlük, sorumluluklardan kurtulma, başkalarını takmama anlamına geliyor, ya da politikleşmiş bir özgürlüğe, yani V for Vendetta filminde ve Gezi direnişinde olduğu gibi otoriter yönetimlerle mücadele içinde kendini yeniden kurma, kolektif ve politik bir özgürleşme sürecinin öznesi olabilme durumuna işaret ediyor.
Benim savunmak istediğim üçüncü anlayışa göre, özgürlük ne doğal bir başlangıç noktası (birey özgür doğar, toplum her zaman onu kısıtlar düşüncesinin aksine), ne de varılacak bir hedef ama özgürleşme sürecinin ta kendisi. Toplumu dönüştürürken kendimizi de dönüştürebilmek için de duyguların, aklın ve hayal gücünün ufkunun genişlemesi ve böylece yeni toplumsal öznelerin ortaya çıkması gerekiyor bence. Belki de her şeyin başı duygular, en çok da haksızlığa duyulan öfke, özellikle de bizim gibi olmayanlara yapılan haksızlıklara. Ama bunu intikam yemini ederek, öfkeyi gerçek suçlular yerine günah keçilerine yönlendirmeden yapabilmek asıl mesele. Çünkü Gandhi'nin dediği gibi "göze göz, dişe diş bütün dünyayı kör edecek". Arkadaşıma dokunma kampanyası, Hrant Dink'in ölümünden sonra "Hepimiz Ermeniyiz", Gezi'de "Hepimiz çapulcuyuz" sloganları toplumsal dayanışmanın billurlaştığı dönemlere örnek olarak verilebilir. Öte yandan , aklın genişlemesinden kastım, araçsalcı aklın sınırlarını aşıp, Kant'ın söylediği gibi otorite, gelenek ve yaygın inançlardan bağımsız düşünebilmek, yani hiç bir konuyu tabu olarak görmeden, her şeyi sorgulamak. Sonuç olarak, hem zorunlulukları kavrayabilmek, hem de kaderciliğe kapılmayıp, devletin ideolojik aygıtları ve kültür endüstrisinin belirlediği seçenekler arasında seçim yapmayı reddedip, kendi seçeneklerini yaratabilmek anlamına bürünüyor özgürlük.
>> Özgürlük kavramını çoğunluğun azınlık üzerinde kurduğu baskıları meşrulaştırmak için kullananlar da var. Bu nasıl mümkün oluyor?
Türkiye'de sesi en gür çıkanlar, (özellikle de siyasi ve ekonomik açıdan en güçlü olanlar) kendisi ya da kendi grubu için özgürlük isteyen ama başkalarının özgürlük taleplerini hainlik olarak damgalayanlar. Israrla ve samimiyetle barış istediklerini söyleyenleri terör destekçisi ilan eden, kendisine oy vermediği için Cizre'de tüm şehri abluka altına alıp, ambulansların geçmesine, cenazelerin defnedilmesine izin vermeyen, sokağa çıkan çocuklara ve sivillere kurşun yağdıranlar... Sokakta Kürtçe konuşuyor ya da esmer diye insanları linç eden, zorla Atatürk büstünü öptüren, Doğulu plakalı arabaları yakan, Doğu'ya giden otobüsleri durdurup İstiklal Marşı söyleyen, mevsimlik tarım işçilerine saldıranlar hakkında "vatandaş ifade özgürlüğünü kullanıp, demokratik yoldan tepkisini gösteriyor" denmesi dudak uçuklatıyor. Bunlardan "refleksif saldırılar" yani spontane tepkiler olarak bahsetmek çok yanıltıcı, çünkü saldırılar sürerken polisin seyirci kalması ve hiçbir saldırganı gözaltına almaması, bu kitlenin ne kadar güdümlü olduğunu gösteriyor.
>> ‘Saldırı özgürlüğü’ diye bir şey söz konusu olabilir mi?
Dine saygısızlık yapıyor gerekçesiyle düşünce özgürlüğünün sınırlanmasını talep edenler (hatta talep etmek bir yana, Charlie Hebdo dergisini basıp 12 çalışanını öldüren, ya da öldürenleri tebrik edenler), Kürt halkının, başta Kobane'de olmak üzere, demokratik özerkliği hayata geçirme çabasına kafa kesici IŞİD'e silah yardımı yaparak engel olanlar, PKK'ye kızıp HDP bürolarını yakanların özgürlük anlayışı kendilerinden farklı düşünenlere yaşam hakkı tanımamak üzerine kurulu. Peki, genel olarak saldırı özgürlüğü diye bir şey olabilir mi? Kesinlikle olamaz! Ulusal bağımsızlık savaşlarında olduğu gibi saldırılara karşı kendini savunma özgürlüğü meşrudur. Sivillerin linç edildiği yerde tabii ki saldırı özgürlüğü diye bir şeyden bahsedilemez.
>> Bir de kavramlar vasıtasıyla kutuplaştırma durumu söz konusu…
Asker ölümleri şahadet mertebesiyle kutsanırken, PKK'liler öldürülünce "geberdiler", "leşler" olarak lanse ediliyor ana akım medyada. İster yandaş basın olsun, ister ulusalcı, bu kutuplaştırıcı üslupta fazla değişen olmuyor. Oysa iki taraftan da ölenlerin çoğu yoksul ailelerin çocukları. Çocuğunu savaşta yitirmenin, ya da her an yitirebilecek olmanın acısı keşke Türk ve Kürt anneleri, 40 yıldır süren bu savaşı çıkartanlara ve savaştan çıkarı olanlara karşı birleştirebilseydi. Halkaları birbirine düşüren milliyetçi ideolojiler aşılabilip, birbirimizin acısını hissetmemizi sağlayan bir ortak insanlıkta buluşabilseydik.
>>Gezi sonrası toplumsal manada ortaya çıkan olumlu tablonun bir parça da olsa dağıldığı söyleniyor. Siz nasıl yorumluyorsunuz bu tabloyu?
Gezi isyanı, sosyalistleri, feministleri, çevrecileri, HDP, CHP hatta MHP'lileri ortak düşmana karşı birleştirmişti. Oysa şimdi "teröre lanet" yürüyüşlerinde MHP, CHP ve AKP'lilerin HDP'ye karşı birleştiğini görüyoruz. İlki barışa hizmet ediyordu, ikincisi savaşın sürmesine. Halkı birbirine düşürüp, muhbirlik ve linç kültürünü sıradanlaştırmak isteyenlere, savaş kışkırtıcılığı yapanlara karşı Gezi'deki gibi farklılıkların dayanışmasını göstererek "barış" ekseninde birleşmek bugün "herkese birden özgürlük" hayalini kuranların en acil sorumluluğu. Suruç'taki katliamdan sonra nasıl hedef saptırıldığını, gözaltındaki İŞİD'lilerin serbest bırakılıp, sosyalistlerin evlerine baskınlar düzenlendiğini umarım hiç unutmayız. Arundhati Roy'un 2004'te Sydney Barış ödülünü alırkenki sözleriyle bitirmek istiyorum "Adalet olmaksızın gerçek barış sağlanamaz ve de direniş olmadan adalet olamaz".
http://www.birgun.net/haber-detay/bogazici-universitesi-felsefe-bolumu-baskani-yildiz-silier-saldiri-ozgurlugu-diye-bir-sey-olamaz-89267.html