İstanbul Barosu Başkanı Doç. Dr. Ümit Kocasakal, Nurzen Amuran'ın sorularını yanıtladı.
Nurzen Amuran: Şu anda Türkiye’deki durumu nasıl görüyorsunuz? Türkiye sizce nasıl bu noktaya geldi, kimlerin sorumluluğu var?
Ümit Kocasakal: Bence en önemli soru ve sorun bu. Evet yedi düvele karşı destansı bir mücadele vererek bağımsızlığını kazanan, emperyalizmi dize getirerek tüm mazlum milletlerin ümidi olan, emperyalizmin yenilebileceğini gösteren, ardından dağılmış, tükenmiş bir imparatorluktan yepyeni bir devlet ve bir ulus (millet) yaratan, hızla eğitim ve kalkınma yoluna giren, bağımsız, borçsuz, kendi kendine yeten, başı dik, geleceğe ümitle bakan, kimsenin diğerinin etnik kökenini ve mezhebini sorgulamadığı, varlığımızın simgesi bayrağımızdan kimsenin rahatsızlık duymadığı, ortak aidiyet duygusunun çok güçlü olduğu hepimizin ortak sevgilisi Türkiye, Türkiye’miz, güzel yurdumuz nasıl bu hale geldi? Kimler hangi amaçla Türkiye’nin önünü kesti, birliğine ve kardeşliğine göz dikti? Asıl üzerinde düşünülmesi gereken bu. Bunun doğru tahlilini yapmadan, yani büyük resmi görmeden, tek tek parçaların ve buna bağlı gelişmelerin anlaşılabilmesi mümkün değil. Bu resim görülmediği sürece gündelik gelişmeler karşısındaki belirlemeler yüzeysel ve yanıltıcı olur. Bu resim görüldüğü zaman, aşağıdaki sorular da zaten yanıtlanmış olur. Olaylara tarihsel bir perspektiften bakılmaksızın ve tarihsel köklerine inilmeksizin, küresel sistemi ve sermayeyi, küresel finansal sistemi, yeni yüzüyle emperyalizmi, CFR ve Bilderberg gibi yapıları, bunların işlev ve işleyişlerini görmeksizin bu büyük resmi de görebilmek olası değil. Ne yazık ki bakmak ve görmek aynı şeyler değil.
Elbette bunun yanıtı bu sayfalara sığmaz. Ancak çok genel bir çerçeve çizmek mümkün: Mucizevi bir destan olan milli mücadele başarıldıktan sonra bu kez ülke ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk rehberliğinde Cumhuriyet mucizesini inşaya girişti. Muazzam bir eğitim ve kalkınma hamlesi. Ancak ne yazık ki ulu Önder’in zamansız ölümüyle Cumhuriyet devrimi yarım kaldı, tamamlanamadı. Bu ilk kırılma noktasıdır. Ardından köy enstitüleri ve halkevlerinin kapatılması eğitim seferberliğine, dolayısıyla Cumhuriyet devrimine büyük darbe vurdu. Aynı şekilde Türkiye, henüz daha ortaçağ ile, gericilikle tam olarak hesabı kapatamadan ve bunu mutlak biçimde tasfiye edemeden, zamansız ve çok erken çok partili siyasi hayata geçti. Oysa o tek parti iktidarı bir süre daha devam etmeli ve en azından bir kuşak atlamalı ve Cumhuriyet kuşağı yetişmeliydi. Çok partili siyasi hayata geçilmesiyle birlikte, Cumhuriyet düşmanı güçler ve karşı devrim, varlığını sürdürebilmek ve güçlenebilmek için çok uygun bir ortam ve zemin buldu. İktidar hırsı ve siyasi hesaplarla ne yazık ki din sömürüsü, din ticareti arttı ve bu güçlere oy uğruna tavizler verildi, Cumhuriyet yıpratılmaya başlandı.
BÜTÜN BU SÜREÇ ZAMAN İÇİNDE GELİŞTİ
Elbette bu bir anda olmadı, adım adım gelişti. Bunu Türkiye’nin NATO’ya girmesi izledi. Bu esasen Cumhuriyet devriminin sonlandırıldığı andır. Gerçekten Cumhuriyetin en önemli temeli, Ulu Önder’in üzerine titreyip asla taviz vermediği en önemli şey tam bağımsızlıktı. Oysa Türkiye NATO’ya girip, Amerikan yardımlarına ve askeri varlığına izin vermekle bağımsızlığını yitirdi. Hem ekonomik hem de siyasi bağımsızlığını… Ondan sonrası çorap söküğü gibi geldi. Sabırla ülkede emperyalizmin yerli işbirlikçileri ve taşeronları yetiştirildi ve bunlar çok önemli mevkilere geldi. Milli ordu, NATO ordusu haline geldi. İnanmayanlar, Nelson A. Rockefeller’in 1956 yılında Başkan Eisenhower’a yazdığı mektupta Türkiye’ye yapılan iktisadi yardımları eleştirirken yaptığı “oltadaki balık” nitelemesi üzerine düşünebilir. Balık bir kez oltaya yakalandıktan sonra zaten artık milli bir yörüngede yürümesi mümkün müdür? Türkiye’ye son darbe 12 Eylül darbesi ile vuruldu. Bu darbenin sebebi, 9 ay önce gerçekleşen 24 Ocak kararlarıdır. Bu kararlar, Türkiye’nin son milli direnç noktalarının da kırılıp, onu uluslar arası finansal sistemle tam olarak bütünleştirme, yani oltadaki balığı ola ki kaçabilir diye daha büyük bir iğneye bağlama harekatıdır. Ancak bu kararları 1961 Anayasa’sının özgürlükçü ve milli içerikli hükümleri karşısında uygulama imkanı olmadığı için darbe bunun uygulanabilmesinin hukuki (anayasal), siyasi ve ekonomik altyapısını hazırlamak için küresel planlama çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Nitekim 24 Ocak kararlarının mimarının, darbeden sonrasının başbakanı olması bir tesadüf müdür? Bu anlamda 12 Eylül, hukuken, siyaseten ve iktisaden sürmektedir. 12 Eylül’ün ürünü ve ardılı olanlar, aynı efendilere hizmet edenler 12 Eylül’den hesap falan soramazlar. Olayın çok kısa özeti budur.
TERÖR ÖRGÜTÜNDEN BİR HAYIR ÖRGÜTÜ ELEBAŞINDAN BİR MANDELA YARATMAYA GİRİŞTİLER
Bu süreç tamamlandı, sonrası?
Sıra 100 yıl önce denenen ve Anadolu ihtilali ile,Milli mücadeleyle çöpe atılan Sevr’i uygulamaya gelmiştir. Çünkü Türkiye’nin bölünmesi, 100 yıl önce olduğu gibi bugün de emperyalizmin, küresel efendilerin vazgeçmediği nihai bir hedeftir. Bugün bu hedef, “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) adı altında revize edilmiştir. Nitekim yıllar önce dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice 22 ülkenin sınırının değişeceğini müjdelemişti ! Bu planın yürüyebilmesi için her zaman olduğu gibi taşeron bir “iktidar” ve yerli işbirlikçileri gerekmekteydi ve bulundu. Ondan sonra sıra dini, maksimum derecede siyasete ve ticarete alet etme, sözde “reform”, “demokratikleşme”, “vesayetle mücadele” adı altında Cumhuriyetle, onun kuruluş felsefesi ve değerleriyle, kurucusu ile (Mustafa Kemal Atatürk) kurumlarıyla, laik sistemle, hukuk devletiyle hesaplaşmaya geldi. Her gün televizyonlarda gazetelerde boy gösteren sahibinin sesi yerli işbirlikçiler aracılığı ile psikolojik bir harekat başlatıldı. Bu tetikçi ve soytarılar sabahlara kadar kinlerini kustular. “Derin tarih” adı altında laboratuvarlarda sahte ve alçakça bir tarih üretmeye giriştiler, Atatürk’e küfrettiler. Hainler kahraman, kahramanlar hain haline getirildi. Ergenekon ve balyoz gibi düzmece, sahte, kurgulu davalarla Türk Ordusu’nu, milli güçleri tasfiye edip dağıttılar, sindirmeye çalıştılar. Ülkenin kimyası ve genetiği ile oynayıp, değerlerine saldırdılar. Yurttaşların bazı kurumlara, değerlere olan inançlarını sarstılar. Seçmen tercihini “milli irade” yalanı ile çarpıtıp, kendilerine oy vermeyenleri milletten saymayarak sivil bir darbe yaptılar. Hukukla bir oyuncak gibi oynayıp gündelik siyasi çıkarlar uğruna yargıyı çökerttiler, “yargı vesayeti” çığlıkları ile yargı denetimini devre dışı bıraktılar. Bununla da kalmayıp, yargıyı bir silah haline getirdiler ve istediklerine karşı bu silahı kullanmaktan çekinmediler. Ancak esas kötülüğü ülkeye tahrip gücü yüksek üç virüs şırınga ederek yaptılar: Etnik virüs, mezhep virüsü ve din sömürüsü virüsü. Doğu ve güneydoğuda var olan azgelişmişlik ve feodaliteyi görmezden gelip “Kürt sorunu” ve “açılım” adı altında bölünme sürecini başlattılar. Bu süreçte terör örgütü ile “üçüncü taraf” (!) gözetiminde müzakere başlattılar. Yerli etki ajanları vasıtasıyla terör örgütünü ve elebaşlarını meşrulaştırma gayretine giriştiler. Terör örgütünden bir hayır örgütü, elebaşından bir Mandela yaratmaya giriştiler. Terör örgütünün güçlenmesine, toparlanmasına, küstahlaşmasına izin verdiler. Sürekli olarak etnik kimliklerin, mezheplerin, inançların altını kalın çizgilerle çizerek toplumu bölüp, kamplaştırdılar, ortak aidiyet duygusunu körelttiler.
Bu süreçte en fazla hedefe alınan ne oldu?
Bu süreçte özellikle ulus devlete ve ulusalcılığa saldırdılar. Bunun elbette bir nedeni var. Çünkü emperyalizme ancak ulus devlet direnebilir. Bunun nedeni ise ulus bilincinin, her türlü etnik, mezhepsel ve benzeri özellikler bakımından farklı olan tüm yurttaşları, bu özellikleri ikinci plana atarak ortak aidiyet duygusu içinde birleştirmesidir. Ulusalcılığı niye bu denli kötülüyorlar ki? Ulusalcı olmak, kendi ulusunun (ki bu ulus, ulu Önder’in dehasının bir ürünü olan “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye Halkına Türk Milleti denir” şeklindeki millet tanımıyla her etnik köken, mezhep ve inançtaki herkesi kapsar) çıkarların, küresel çıkarların önünde görmektir. Ulusalcı olmak, millici, milli olmaktır. Bunun neresi kötü? Kimi niye rahatsız eder? Asıl küresel (emperyalist) çıkarları, ulusal çıkarların önünde gören küreselcilerin hesap vermesi gerekmez mi?
HORMONLU LİBERALLER
Bu ortamdan kim sorumlu kim kabahatli?
Bu süreçte halkın hiçbir kabahati yok. Gerçekten bu ülkenin, sözde “aydın" ından, okumuşundan ne hayır gördük ki, karnını doyuramadığımız, eğitemediğimiz halka kabahat bulalım. Ülke bugün tarihinde görmediği ölçüde büyük bir “aydın” ihanetini yaşıyor. Sözüm elbette organik, hormonsuz aydınlara değil. Dolayısıyla bu süreçteki asıl kabahat, genetiği değiştirilmiş aydınlarda (GDA), olaylara sınıfsal bakmak yerine, etnik gözlüklerle bakıp, feodaliteyi ve emperyalizmi ağzına alamayan, hormonlu, organik olmayan sözde ve genetiği değiştirilmiş solcularda (GDS) ve güce boyun eğen, durumdan nemalanan, çeşitli vakıf ve güya sivil toplum örgütü adı altında ihanete imza atan bazı liberallerdir. Bunlara da hormonlu liberal (HORLİB) demek mümkün.
Terörü, geleceği konuşacağız ama gündemden düşürülmeye çalışılan bir olay var. İsterseniz, önce bir dönemin güçlü(!) Savcıları Zekeriya Öz ve Celal Kara'nın Türkiye'den kaçışına değinelim. Savcılar kaçtı mı yoksa kaçırıldı mı? Kaçırıldıysa kimler kaçırdı, "Ya konuşurlarsa" korkusunu taşıyanlar mı yoksa kumpas davalarını planlayan ortaklar mı,siz ne düşünüyorsunuz?
Bu soruyu da yukarıdaki giriş kapsamında değerlendirmek gerekir. Küresel/emperyalist plan çerçevesinde, yazılan senaryo çerçevesinde taşeron ve alt taşeronlar, tetikçiler üzerlerine düşeni yaptılar. Aslında bu soruya en iyi cevabı, “Ben bu davanın savcısıyım”, “iyi ki bu subaylarla savaşa girmemişiz”, “bir savcı bulun, bana anlattıklarınızı anlatın”, “Ben de olsam dağa çıkardım”, “İyi şeyler olacak” diyenlere sormak gerekir. Hep söyledik: Siyasi iktidar ve şimdi paralel dediği cemaat, birlikte, el ele, kol kola tüm bu kumpasları kurdular ve yürüttüler. Ortada asla ve kat’a bir kandırma, kandırılma yok, suç ortaklığı var. Herkes üzerine düşeni yaptı. Gerçekleşen sadece güç mücadelesi ve bir miktar yazılan senaryonun dışına çıkılma teşebbüsüne bağlı bir kavga. Bu süreçte pek çok kara kutu var. Bu savcılar da, özellikle dönemin “kudretli” savcısı Zekeriya Öz oldukça önemli bir kara kutu. Ancak bir dehşet dengesi var: Her şeyi ortak ve bilerek yaptıkları için, henüz bu aşamada mutlak bir ikrar, tüm suç ortaklarını güç duruma sokar. Sonuçta iktidarın iktidar olmasından kaynaklanan bir gücü ve dışsal bir meşruiyet algısı var. Buna karşın paralel yapının, yıllar içerisinde yargı, emniyet, bürokrasi içinde ciddi bir yapılanması var. Üstelik bunu sağlayan, bu kurumları o zamanki müttefiki olan bu yapıya teslim eden de bizzat siyasi iktidar. Bu kurumlardan bunları temizlemek çok kolay değil. Bu nedenle iki tarafın da daha fazla zarar görmemek adına, gizlice anlaşması, hatta anlaşmış ve barışmış olması mümkündür.
Ancak fazla hayale kapılmasınlar. İşte bir zamanların kudretli savcısı (savcı dediysem şeklen savcı, yoksa her üzerinde cübbe olan hakim veya savcı değildir), astığım astık, kestiğim kestik, herkesi içeri tıktıran o “kahraman”, nasıl bir gece yarısı, gizlice gümrükten kaçıp gitti. Bu aklıma şu şarkıyı getirdi “…Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime”. Şimdi pek çok kişi, istikbaline baktıkça “mücrim” gibi titriyordur. Bu süreçte yer alan tüm müşterek faillerden, şeriklerden, azmettirenlerden, yardım edenlerden (bunlar Türk Ceza Kanununun ifadeleri) bu hesap er veya geç sorulacak. Ancak bu hesabı suç ortakları birbirinden soramaz. Bir zamanlar kolkola yürüyen ve tüm bu hukuksuzlukları beraberce yapanlardan bu hesabı, milli iktidar, Cumhuriyet yargısı mutlaka soracaktır. Bugün olmasa bile yarın. Daha çok kaçan savcı, hakim ve siyasetçi görecek bu ülke.
KEYFİ MUHAKEMELER KANUNU UYGULAYAN YARGIÇLAR BU HUKUKSUZLUKLARIN BEDELİNİ ÖDEMELİ
Cemaatle mücadele adı altında sadece 17 Aralık soruşturmasını yapanlar soruşturuluyor. Kumpas davalarıyla aydınlara yönelik hukuksuzluklara karşı kimler bedel ödeyecek?
Burada bu hukuksuzlukların ihalesi sadece adı geçen savcılara bırakılamaz. Kumpas davalarında yer alıp, insanları suçsuz yere, düzmece belgeler ve gizli tanıklarla tutuklayıp özgürlüklerinden mahrum bırakan, söz hakkı vermeyen, sanıkların, avukatların, izleyicilerin üzerlerine polis ve jandarmayı salan, avukatları engelleyen, dışarı çıkaran, haksız yere duruşmadan men eden, adil bir yargılama yapmayan, Silivri hukuku adıyla yeni bir “hukuk” yaratan, Ceza Muhakemeleri Kanunu yerine “Keyfi Muhakemeler Kanunu” uygulayan tüm hakim ve savcılar ve onlara yardımcı olan herkes bu hukuksuzluklarının ve suçlarının bedelini ödemeli. Ama onların yaptığı gibi değil, adil yargılanma hakları tam olarak tanınarak ve bağımsız yargı önünde. Sonuç değişmez. Dolayısıyla bu bedeli hem siyasi iktidarın bu süreçte dahli olan yetkilileri (başta dönemin başbakanı ve bakanlar), cemaat ve hukuku ve hukukçuluğu bir yana bırakarak belli bir “hizmet” ifa eden herkes bu hesabı ödemeli ve ödeyecek.. İstanbul Barosu olarak da, şahsım olarak da sonuna dek bunun takipçisi olacağız.
Günlük siyasete dönelim. Halkın iradesine, verdiği oylara saygı duymak demokrasinin önceliği ise, bugünkü erken seçim zorlaması halkın taleplerini ciddiye almamak halkın kararlarına saygı duymamak anlamına gelmez mi?
Kesinlikle. Bu süreçte bir çadır tiyatrosu oynandı. Başbakanın bu anlamda gerçek bir iradesi yok, olmadı, olamaz. Nitekim “özgül ağırlığı” olduğunu iddia edenleri de gördük !
Bu vesileyle şu “milli irade” çarpıtmasını da bir kez daha ortaya koymak gerekir. Milli irade, Rousseau’nun bir önermesidir ve %51 bir şey söylediyse, geri kalan %49’un da yanıldığını kabul ederek çoğunluğa iltihak ettiğini kabul eder. Yani %49’u dahi yok sayar. Bu şekilde milli irade kabulü, tarihte en çok Hitler ve Mussolini gibi diktatörlerce kullanılmıştır ve diktatörlükleri meşrulaştırmaya yaramıştır. Oysa büyük hukukçular Ali Fuat Başgil ve Hüseyin Nail Kubalı şöyle söylüyor “…millet iradesi denilen şey, realitede bütün milletin de iradesi değildir. Millet içinde teşekkül eden (oluşan) zayıf ve kuvvetli bir ekseriyetin (çoğunluğun) iradesidir. Hükümet adamlarının arkasında millet manevi şahsı diye bir irade ve kuvvet kaynağı farz etmede hukuki hiçbir netice ve fayda yoktur. Bu tasavvur sadece, arkasını millete dayayarak en açık haksızlıkları bile, mefruz (varsayımsal) bir millet iradesiyle meşrulaştırma yolunu tutan hükümetlerin işine yaramaktadır”. Bu çerçevede MünciKapani’nin de belirttiği gibi genel seçimlerde beliren sonuç “milli irade” değil, fakat seçimlerde oy kullanmış seçmen çoğunluğunun siyasal tercihini ifade eder.
Günümüzde bu kavramı nasıl formüle edebiliriz?
Günümüzde geçerli olan kavram, “milli irade” değil, “milli egemenlik” tir. Nitekim Anayasamızın 6.maddesinde “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” denmektedir. Dikkat edilirse maddede egemenliğin kayıtsız şartsız “Meclise” değil, “Millete” ait olduğu belirtilmektedir. Yani milli egemenliğin (kabule göre milli iradenin) tek yansıması ve kullanıcısı meclis değildir. Aynı maddede Türk milletinin, sadece kendisine ait olan (ki millet sadece iktidar partisine oy verenlerden oluşmamaktadır) bu egemenliği Anayasa’nın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanacağı, bu egemenliğinin bir kişiye veya zümreye bırakılamayacağı açıkça belirtilmektedir. Buna uygun olarak 7.madde yasama yetkisini (meclis), 8.madde yürütme yetkisini (idare anlamında olup, diğer “yürütme” ile karıştırılmamalıdır), 9.madde yargı yetkisini içermektedir. Bu, kuvvetler ayrılığı sistemidir. Böylece millet, sahip olduğu egemenliği üç ayrı kuvvete dağıtmaktadır. Bu anlamda millete ait olan egemenliği tek temsil eden ve kullanan Meclis olmadığı gibi, Meclis’e sadece yasama yetkisi verilmiştir. Bunun yanında yargı da millet egemenliğini temsil etmekte ve kullanmaktadır. Nitekim 9.maddeye göre yargı yetkisi, Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. Yani meclis (yasama) millet egemenliğinin tek yansıma yeri olmadığı gibi, Meclis ne kadar gücünü ve meşruiyetini milletten almaktaysa, yargı da aynı oranda ve güçte milletten almaktadır. Bir başka ifadeyle kürsüde bulunan tek bir hakim dahi, (bağımsız ve tarafsız olmak kaydıyla) milleti temsil etmektedir.
MİLLET SADECE İKTİDAR PARTİSİNE OY VERENLERDEN İBARET DEĞİLDİR
Bugün kullandığımız egemenlik kavramının sınırları vardır ve mutlak değildir değil mi?
Elbette. Egemenlik kavramı günümüzde artık yeni bir içerik kazanmıştır. Mutlak değil, Hukuk ve Anayasa ile sınırlı ve kayıtlı bir yetkidir. Yani hiçbir iktidar, oy oranı ne olursa olsun istediğini sınırsızca yapamaz. Millet bu yetkiyi, Anayasa’ya ve hukuka uygun davranması ve kendi adına bağımsız yargı tarafından denetlenmesi şartıyla vermektedir. Kaldı ki Anayasa’ya göre yasama ve yargı Türk milleti adına bir yetki kullanmaktayken, yürütme (hükümet) açısından Türk milleti adına bir yetki kullanma söz konusu değildir.
Şu halde seçmen ile milleti, seçmen tercihi ile milli egemenliği birbirine karıştırmamak gerekir. Sonuç olarak millet, sadece iktidar partisine oy verenlerden ibaret değildir. Diğer partilere oy verenler de millettir, milletin bir bölümüdür. Bu açıdan sanki millet sadece iktidar partisine oy veren seçmenlerden ibaretmiş gibi bir kabul bir çarpıtma olduğu gibi, sadece kendisine oy verenleri millet olarak görmek, diğer seçmenlere, milletin bir bölümüne büyük bir hakaret ve millete saygısızlıktır. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı’nın, anamuhalefet liderine hükümet kurma görevini vermemesi açık bir yetki gaspı olduğu gibi, seçmenin bir bölümünü, daha doğru bir ifadeyle birinci olan partiye oy verenlerin dışındaki seçmeni yok saymaktır, demokrasiye ve hukuka inanmamak, Anayasa’yı hiçe saymaktır. Oysa seçmenin bir bölümü, bir partiyi oylarıyla ana muhalefet partisi yaparak esasen ikinci olarak hükümeti kurma görevini bizzat kendisi bu partinin liderine vermiştir. Cumhurbaşkanı bu tercih ve iradeyi, bu görevlendirmeyi yok saymış, Başbakan da buna ortak olmuştur. Bu açıdan sürekli olarak millete, millet iradesine saygı sözlerinin bir anlamı bulunmamaktadır, uygulama ve gerçek düşünce ortadadır. Ancak seçmenin kime ne zaman nasıl bir tokat atacağı hiç belli olmaz.
Ülkemiz bir belirsizliğin içinde. Siyaset sahnesinde bir film izledik. Doğu ve Güneydoğuda terör tırmanırken erken seçim yapılması seçim güvenliğini riske atmaz mı, belirsiz puslu ortamlar iktidar partisine mi yarar? Kısacası attığım oyun güvenliğinden bu kez endişe duyuyorum. Ya siz?
Ben seçim güvenliğinden ziyade, ülkenin ve devletin geleceğinden endişe duyuyorum. Herkes hükümet kurmaya odaklandı, oysa ülkenin bir bölümünde fiilen devlet ortadan kalktı, kaldırıldı. Bir devlet olmadığında, devletin olmadığı yerde hükümet olabilir mi? Neye ve nereye hükmedecek, hükümet edecek? Sadece belirli bir bölgenin mi hükümeti olacak? Asıl filmi daha izlemedik.
“DÜZ OVADA SİYASET” YERİNİ “DÜZ OVADA TUZAKLAMAYA VE AYAKLANMA”YA BIRAKMIŞTIR.
Bu aşamada terör yeniden tırmandırıldı..
Güneydoğuda olan, terörün tırmanması değildir. Kurgulu örgütlerle dış destekli terör yeni bir aşamaya geçmiştir. Artık söz konusu olan, açık özerklik ilanları ve devleti tanımama ile birlikte devletin varlığına, milli birliğine, toprak bütünlüğüne, anayasal sistemine karşı açık bir kalkışmadır. Bu süreci yaratan, terör örgütünü meşrulaştırmaya çalışıp onun bu kalkışma için rahatça hazırlanmasına imkan veren siyasi iktidardır ve sözde “açılım” yolcuları ve elbette “akil adamlar” dır. Bu bölünme süreci, koca bir toplum bir yandan terörle tehdit edilerek, öte yandan sözde “barış” talepleri ve “analar ağlamasın” maskelemesi ile yürütülmektedir. Bir yandan terörle, alçakça saldırı ve pusularla analar ağlatılırken öte yandan “analar ağlamasın” demek nasıl bir çarpıtmadır. Anaların ağlamasını, ölümlerin olmasını, kan akmasını akıl ve ruh sağlığı yerinde olan hiç kimse istemez. Ancak bunun asıl müsebbibi, emperyalizmin taşeronluğu altında pusu ve saldırılarla anaları ağlatanlardır. Anaların ağlamamasının alternatifi, ülkenin bölünmesi olamaz. Böyle insani bir talebin arkasına sığınmak, bunu istismar etmek ahlaki değildir. Emperyalizmin gölgesi altında barış olmaz. Bugün yaşananların, bunca şehidin sorumlusu, başta siyasi iktidar olmak üzere “açılım”ın mimarları, destekçileri, terör örgütünü kutsayanlar, meşrulaştıranlardır. Bir dönem, işadamlarının, valilerin, siyasetçilerin üzerinden atladıkları “nevroz” ateşi şimdi ülkeyi yakmaktadır. “Düz ovada siyaset” yerini “Düz ovada tuzaklama ve ayaklanma” ya bırakmıştır! Eserin sahibi ise bellidir, ancak şimdi kimse sahiplenmemektedir.
7 Haziran seçim kampanyaları süresince o kadar çok seçim suçları işlendikİ, ancak YSK’ya duyurulduğunda, YSK bu suç duyurularını gözardı etti. Suçların gözardı edilmesinin de hukuki sorumluluğu yok mudur?
YSK, her türlü yetkiye sahiptir ve gerekirse siyasi iktidarı, hatta Cumhurbaşkanı’nı dahi uyarabilir ve yasaklar getirebilir. Uymayanlar hakkında da suç duyurusunda bulunur.
Önceki süreçlerde ne yazık ki YSK bu görevini layıkıyla yerine getirmemiş ve güven vermemiştir. Bunun elbette ki hukuki ve cezai sorumluluğu vardır. Ancak sorun, bağımsız olmayan yargının bu çerçevede nasıl harekete geçebileceğidir. Oysa YSK’nın görev ve yetkisi hayatidir, çünkü seçmen tercihinin doğru bir biçimde yansımadığı bir seçim sonucunda oluşacak meclis ve hükümetin meşruiyeti tartışmalı olur. Bu nedenle YSK’nın bu anayasal görevini en iyi şekilde yapması zorunludur.
PKK’nın kalkışma hareketini başlattığı tarih çeşitli soruları akla getiriyor. Çok kısa bir süre önce barış sürecinin keyfini yaşayan karar vericiler bir anda düşman kardeş oluverdiler. Size inandırıcı geliyor mu?
Hiç gelmiyor. Ortada danışıklı bir dövüş var. Habur rezaletini, gezici çadır mahkemelerini, kürsüde militan kıyafetli kişilerle halay çekmeleri unutuyor muyuz? “iyi şeyler olacak” diyen dönemin Cumhurbaşkanı değil miydi? Düz ovada siyaset kimin ifadesidir? İmralı’daki terör örgütü başını kutsayan, makbul sayan hangi bakanlardı? Kimler görüştü? Dolmabahçe mutabakatındaki dostluk hatırlanmıyor mu? HDP’nin niye yolsuzluk komisyonuna üye vermediğini, dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala ile ilgili gensoru önergesinde neden yer almadığını sorduk mu?
Gerçek “Serok”u, İmralı’da yahut Kandil’de arayan yanılır. Gerçek “Serok”, “bijiserok Obama” nidalarıyla açıkça ortaya çıkmıştır. Asıl “serok” ne diyorsa, nasıl bir yol haritası çıkarıyorsa, terör örgütü ve taşeron iktidar onu yapar. Deliğe süpürülmekten son anda kurtulanlar, başka bir esarete girerler.
Burada iki önemli çarpıtmayı zikretmek gerekir: Birincisi son günlerde terör örgütüne karşı yapılan operasyonlara “sarayın savaşı” yakıştırması yapılıyor. Bu doğru değildir ve psikolojik bir harekat, propagandadır. Sarayın, Cumhurbaşkanı’nın şu süreçteki rolü ve sorumluluğu bellidir. Ancak hiçbir devlet, başkaldıran, devleti tanımadığını açıkça beyan edip özerklik ilan eden, yol kesen, kimlik kontrolü yapan teröristlerin bu tür kalkışmalarına seyirci kalamaz. Dolayısıyla terörle mücadele, egemenliğin ve kamu düzeninin tesisi, kişilerden bağımsız olarak Devlet’in asli görevlerindendir. Ancak her durumda terörle mücadelenin, bu alandaki soruşturma ve kovuşturmaların dahi kararlı, ama hukuk kuralları içinde, orantılı, olabildiğince sivillere zarar vermeksizin yürütülmesi şarttır.
İkinci durum, bir kısım yurttaşta gittikçe beliren “verelim kurtulalım” yahut “alsınlar, ayrılsınlar, ne halleri varsa görsünler” yaklaşımıdır. Bu son derece yanlış ve tehlikelidir. Misak-ı Milli sınırları içerisinde bir karış toprak dahi terk edilemez. Kimin toprağı kime verilecektir? Bu, bölgedeki yurttaşlarımıza da büyük bir haksızlık olur. Bu tür psikolojik harekatlara karşı dikkatli ve uyanık olunmalıdır.
ETNİKÇİLİK YAPAN HİÇBİR HAREKET SOL OLMAZ
HDP’nin bu süreçteki tutumunu ve “Türkiyelileşme” söylemini nasıl buluyorsunuz?
Hiç samimi bulmuyorum. Bir kere HDP’nin sol bir parti olduğu inandırıcı değil. Gerçekten sol, olaylara sınıfsal bakar, etnik pencereden bakamaz. Etnikçilik yapan hiçbir hareket sol olamaz. Bu açıdan HDP ne yazık ki etnik bir parti ve açık etnikçilik yapıyor, özerklik ve isyan hareketlerini destekliyor ve körüklüyor. Lütfen bu konuda parti yöneticileri ve üyelerinin açıklamalarına bakın. Ağzına emperyalizmi, feodaliteyi alamayan bir sol olur mu? “Amerika Ortadoğu’dan çek git” yerine “bijiserok Obama” diyen, ABD’den, AB’den, NATO’dan yardım bekleyen ve talep eden sol olur mu? Yaşananlar ortada. HDP maalesef bir Türkiye partisi de değil, böyle bir derdi de yok. Bir takım etnik ve mezhep kotaları oluşturması ise esasen etnikçiliği perdeleme amaçlı bir sis bombasından ibaret. Emperyalizmin gölgesinde, terör örgütünün gölgesinde ne gerçek bir siyasi parti olabilirsiniz ne de sol. HDP yetkililerinin Gezi sürecindeki eylem ve söylemlerini herkes hatırlasın ve iyi analiz etsin. Ben solum demekle, içinde “halklar”, “demokrasi” yer alıyor diye sol olunmuyor. Hatırlatırım, Hitler’in partisinin adı da Nasyonal “Sosyalist” idi! Bu durumda Hitler’in Partisi sol ve sosyalist bir parti miydi?
“Türkiyelileşme” garip ve anlamsız bir ifade. Siz hiç “Fransalılaşma”, “Almanyalılaşma” diye bir şey duydunuz mu? Ancak belirtmek gerekir ki, “Türkiyelileşme” adı altında bir bakmışsınız ki Yugoslavya olmuşsunuz !
BİZ BU TOPRAKLARI EMLAK OFİSİNDEN ALMADIK
Etnik kimliklerle tanımladığınız HDP tüm Kürt kökenli yurttaşlarımızı temsil etmiyor.
Tabi ki, gerek HDP, gerekse terör örgütü tüm Kürt kökenli yurttaşlarımızı temsil etmiyor. Burada herkesin çok soğukkanlı ve sağduyulu olması gerekiyor. Dış destekli “Kürtçülük” ile “Kürtler”i özenle ayırmak gerekiyor. Kürt kökenli yurttaşlarımız bu ulusun bir parçasıdır ve öyle kalacaklardır. Bütünü oluşturan önemli bir parçayı azınlık haline getirmek öncelikle bu yurttaşlarımıza yapılan büyük bir kötülük ve haksızlıktır. Her Kürt kökenli yurttaşı terör örgütü mensubu gibi görmek, teröre haklı tepki gösterirken bir ayrım yapmaksızın her Kürt kökenli yurttaşa karşı tepki yöneltmek çok yanlış olur ve emperyalizmin ve onun taşeronu terör örgütü ve uzantılarının istediği tam da budur. Bu açıdan bir yandan terörle ve terör örgütü ile kararlı bir mücadele yürütürken diğer yandan bu yurttaşlarımızı incitmemek, onlara zarar vermemek gerekir. Kanlı bir boğazlaşma ve iç savaş isteyen emperyalistlerin tuzağını, oyununu bozacak olan budur. Herkesin etnik, mezhepsel, bölgesel, dini farklılıkları ikinci plana iterek ortak aidiyet duygusuna, bir ulus/millet olma bilincine geri dönmesi gerekir. Bizi birbirimize bağlayan şey, değişmeyecek olan coğrafyamız, ortak geçmiş ve geleceğimiz, ortak yaşantımız ve kültürümüz, soluduğumuz hava, kederde, kaderde, sevinçte aynı duygulara sahip olmamızdır. Bunu kimsenin elimizden almasına izin vermemeliyiz. Terör örgütünün, “Doğu, Güneydoğu bizim, Türkiye hepimizin” önermesi kabul edilemez. Türkiye her karış toprağı ile hepimizindir. Ulu Önder der ki. “Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz”. Biz bu toprakları emlak ofisinden almadık. Türkiye halkının mücadelesi ile, kan ve gözyaşı ile kurtardık. Kimseye de terk etmeyiz. Herkesin buna göre safını belirlemesi ve kararlı bir duruş sergilemesi şarttır. Emperyalizmin etkisinden sıyrıldığında sorun kardeşçe ve kolaylıkla çözülür.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın "İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye'nin yönetim sistemi değişmiştir. Şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir Anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir" demesi “yetkilerim arttı” anlamını mı taşıyor? O zaman neden yetki değil de fiili güçten söz ediyor? Bazı bilim adamlarımız Cumhurbaşkanı’nın sözünün “fiilen kullandığım gücü Anayasa’ya uydurun” anlamına geldiğini söylüyorlar. Neler diyeceksiniz?
Cumhurbaşkanı’nın bu sözü, “yetkilerim arttı” anlamına gelmiyor, aksine "Ben, olmayan, Anayasa’dan kaynaklanmayan yetkileri fiilen kullanıyorum” anlamına gelmektedir. Esasen bu ifade, sivil bir darbenin, Anayasa’yı ortadan kaldırmanın, hukuk ve anayasa tanımazlığın (askıya almanın) açık ve net bir ikrarıdır. Bizim bildiğimiz önce hukuki bir düzenleme yapılır ve ondan sonra bu düzenlemeye göre hareket edilir. Oysa bu önermede hukuk ve anayasanın ihlal edildiği ve ardından bu ihlale meşruiyet kazandıracak bir düzenleme yapılması isteği var. Ne zamandan beri bir hukuki ihlal için hukuki bir düzenleme yahut kişiye göre, ona özel bir düzenleme yapılıyor? Burası çadır devleti mi? Cumhurbaşkanı kendini nerede ve ne zannediyor? Biz Anayasa’yı okumayı gayet iyi biliyoruz ama kendisi ve danışmanları bilmiyor, ya da biliyor da uymuyor. Anayasamızın 6.maddesinin 3.fıkrasına göre hiçbir kimse (dikkat buyurun Cumhurbaşkanı dahil hiçbir kimse!) veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz. Gayet açık ve net. Cumhurbaşkanı’nın görev ve yetkileri ise 104.maddede sayılmış. Bunlara kimse kafasına göre bir ekleme-çıkarma yapamaz. Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi sadece göreve gelme ile ilgili olup bu görev ve yetkilerde bir değişiklik yaratmış değil. Cumhurbaşkanı Anayasa’nın 103.maddedeki yemininin her bir kelimesini çiğniyor. Daha milletin adını koyamayan, Türk Milleti diyemeyen, milliyetçiliği ve milleti ayaklar altına alan, yurttaşa “ananı da al git” diyen, halen bir parti lideri gibi davranan, liderlerle polemiğe giren, seçim meydanlarına inen, yolsuzlukların üzerine gidemeyen, yargıyı tehdit eden, bir cumhurbaşkanı olur mu? Yakında herhalde seyyar satıcılarla toplantılara başlar… Yemini çiğnediği gibi, Anayasa’yı ve hukuku de paspas haline getirmiş çiğniyor, siyaseti belirleyip yönlendiriyor. Ancak buna izin ve imkan veren Başbakan ve AKP yetkilileri de en az Cumhurbaşkanı kadar kusurlu. Anayasa’nın 6.maddesi, egemenliğin kullanılmasının hiçbir kişi veya zümreye bırakılamayacağını söylerken Başbakan buna aykırı olarak siyasi gücü tamamen Cumhurbaşkanı’na devrediyor. Dolayısıyla Türkiye’nin yönetim biçiminin değiştiğini (ki hukuken değişmedi) söyleyerek bu fiili durumun hukuki çerçevesini yeni bir anayasa ile netleştirme talebi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın öngördüğü düzenin ortadan kaldırıldığı ve bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlenmeye teşebbüs edildiğinin (TCK 309) açık bir ikrarı. Karşılığı ise TCK’da belli.
Bu arada şunu da belirtmek isterim ki bana göre artık Cumhurbaşkanı’nın meşruiyeti ortadan kalkmış, Cumhurbaşkanlığı sona ermiştir. Gerçekten son genel seçimde Cumhurbaşkanı, tarafsızlık yeminin çiğneyerek açık bir biçimde meydanlara inmiş ve oy istemiş, böylece kendisi de fiilen yeniden seçime girmiş ve %41 oy almıştır. Esasen %52 oy da (hatta isterse %99 olsun) kendisine dilediği gibi davranma, Anayasayı çiğneme hakkı vermezken artık Cumhurbaşkanı %41 oy almış bir kişidir. Şimdi de öyle anlaşılıyor ki yeni bir seçime girecektir. Alacağı oy oranını göreceğiz.
HUKUK DEVLETİNDE CUMHURBAŞKANI’NIN DAHİ SUÇ İŞLEME ÖZGÜRLÜĞÜ YOKTUR VE OLAMAZ
Kamuoyunda herkesin yetki ve sorumluluk sınırlarının yasalarca hangi kriterlerde kısıtlandığı konuşuluyor tartışılıyor. Sözgelimi Anayasamızın, 105.maddesi Cumhurbaşkanı’nın sorumluluk sorumsuzluk halini düzenlemiştir. Düzenlemede yer alan “vatana ihanet” kavramını nasıl yorumlamak gerekir. Sayın Sabih Kanadoğlu geçtiğimiz günlerde şunu söyledi "Vatana ihanet tabirini çözecek olan Meclis’dir.” Katılıyor musunuz?
Vatan hainliği dendiğinde aklıma Nazım Ustanın korku şiiri gelir:
…
Korkuyor Adnan Menderes
Kocaman yanakları
sarkıyor yağlı, sarı.
Korkuyor Adnan Menderes
üç saate indi uykusu.
Korkuyor Adnan Menderes
hiçbir korkuya benzemez
halkını satanın korkusu.
Halkını ve ülkesini, milletini satan herkes bu korkuyu yaşar ve gerçekten de bu korku hiçbir korkuya benzemez. Allah kimseye yaşatmasın…
Neyse gelelim sorunuza. Belirttiğiniz gibi Anayasa’nın 105.maddesi, Cumhurbaşkanı’nın vatana ihanetten dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tam sayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılacağını hükme bağlıyor. Yargılamayı da Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi yapar. Ancak burada sorun, vatana ihanetten ne anlaşılması gerektiği. Bu son derece tartışmalı, hukukçuların da farklı görüşler ileri sürdüğü, teknik bir konu. Sorun, Hıyaneti Vataniye kanununun 1991 yılında yürürlükten kaldırılmasından kaynaklanıyor. Bu durumda vatana ihanetin bir tanımı olmadığı için, suçta kanunilik ilkesi karşısında artık hükmün uygulanamayacağını söyleyenler var. Buna karşılık Anayasa’nın vatana ihanet suçundan değil, vatana ihanetten, yani bir fiilden söz ettiğini, bu durumda neyin vatana ihanet sayılacağını belirleme yetkisinin, zaten kanun koyucu konumundaki Meclis’e ait olduğunu söyleyenler var. Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’nın 103.maddesindeki yemini kapsamında bu yemine aykırı hareketin vatana ihanet olduğunu söyleyen var. TCK’da devlete karşı işlenen suçların, örneğin casusluk veya 302.maddesindeki devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma gibi suçların vatana ihanet olduğunu söyleyenler var. Bu çok teknik ve tartışılması bu satırlara sığmayacak bir konu, bir makale inceleme konusu. Ama şunu söylemek mümkün: Hukuk devletinde, cumhurbaşkanın dahi suç işleme özgürlüğü yoktur ve olamaz. Zamanı gelince bu mesele ele alınır ve çözülür. Bu konuda ağırlıklı olarak Meclis’in ve yargılama makamı Anayasa Mahkemesi’nin merkezde olduğu açıktır.
“YENİ TÜRKİYE” İFADESİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN İFADESİDİR
Bir konuşmanızda “Eski Türkiye’mi geri istiyorum” demiştiniz. Bu puslu ortamda kimler nasıl bir sorumluluk üstlenmeli ki “Mustafa Kemal’in Türkiye’sine” yeniden kavuşalım. Size göre çıkış yolumuz nedir?
Evet söyledim ve tekrarlıyorum. Bana eski Türkiye’mi, tam bağımsız, borçsuz, başı dik, kendine yeten, müthiş bir eğitim ve kalkınma yolunda giden, geleceğe güvenle bakan, gıdalarının zehirli olmadığı, betonlaşmamış, kimsenin diğerinin etnik kökenini, mezhebini sorgulamadığı, merak etmediği Türkiye’mi geri verin! Aslında tuhaf bir paradoks var. Yeni Türkiye ifadesi Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesidir ve yeni kurulan modern, ulusa dayalı Türkiye Cumhuriyetini ifade eder. Oysa siyasi iktidarın belirttiği yeni Türkiye aslında cumhuriyet öncesi eski Türkiye’yi ifade etmektedir.
AKİL ADAMLAR O KÜRESEL AKLI KENDİLERİNE SAKLASINLAR
Şu anda Türkiye’nin nasıl bir çıkış yolu var?
Bence Türkiye’nin tek çıkış yolu, 1930’ların, 1940’ların ruhuna geri dönmek, Atatürk’ün ölümü ile yarım kalan Cumhuriyet devrimini, eğitim ve kalkınma hamlesini tamamlamaktır. Özetle tek çıkış yolumuz Kemalizm’e, altı oka, Cumhuriyetin kurucu değerlerine, milliciliğe yani özümüze geri dönmektir. Cumhuriyet bir kardeşlik, kalkınma ve barış projesiydi. Sonucuna ulaşmalı. Altı okun neresi kimi rahatsız etmektedir? Cumhuriyetçilik mi ? Devrimcilik mi? Milliyetçilik mi? Devletçilik mi? Laiklik mi? Halkçılık mı? Bu ilkeler eskidi diyenlere sormak gerekir, dünyada emperyalizm ve sömürü sona erdi de bizler mi kaçırdık? Başlı başına devrimcilik zaten bu ilkeleri güncel kılmıyor mu? Hiçbir etnik ve mezhepsel ayrım yapmaksızın tüm ulusun çıkarlarını öne koyan ulusalcılık (millicilik) kimi niye rahatsız etmektedir? Özenle yetiştirilip, görünürde sivil toplum örgütlerinin, bir takım vakıfların başına getirilen etki ajanlarının, akillerin söylemlerine itibar etmemek gerekir. Türk milletinin aklı kendisine yeter, akil adamlar o küresel aklı kendilerine saklasınlar.
Bize yeni bir Kuvayı milliye ve milli mücadele ruhu ve heyecanı gerekiyor. Ülkemizin geldiği bu noktada, memleketin bütün tersanelerine girildiği, bütün kalelerinin zapt edildiği, harici ve dahili düşmanların yoğun saldırısı karşısında yeni bir kurtuluş savaşı şart görünmekte. Ancak bunun olmazsa olmaz koşulu tam bağımsızlıktır. Bu ülke, tam bağımsızlığını geri almadan, oltadaki balık olmaktan kurtulup özgür sulara kavuşmadan bir sonuç alınamaz. Nitekim ulu Önder şöyle söylüyor:
“Tam istiklal, üzerimize aldığımız görevin temelidir. Biz yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefi ile yaşamak isteyen bir milletiz. Tam istiklalden kastımız siyasal, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel…her yönden tam istiklaldir”…Esas, Türk Devletinin hassasiyetli ve onurlu bir millet olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulusa, uygar insanlık, uşaklıktan üstün bir nitelik yakıştıramaz. Yabancı bir devletin himayesini ve kayırmasını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlüğü ve miskinliği benimsemekten başka bir şey değildir…
Dolayısıyla rehberimiz Mustafa Kemal Atatürk, yolumuz Kemalizm ve altı ok olmalı. Bakın Türkiye çok büyük ve zengin bir ülke. Her şeyimiz var. Dört mevsimi yaşayabiliyoruz.Üç tarafımız denizlerle çevrili, ama bir balıkçılık politikamız yok. Bu ülke bir tarım ve hayvancılık ülkesi, sadece kendini değil, dünyayı besleyebilir. Ancak planlama yok, meralar ve zengin tarım toprakları imara açılıyor. Geri gelmez. Zengin ve verimli topraklarımız, yabancılara satılıyor. Biz birbirimizle didişirken Türkiye açlığa gidiyor. Bu ülke, Buğday, pirinç, şeker, canlı hayvan, saman ithal eder mi? Gıdada dışa bağımlılığın sonu felakettir. Tohumlarınızı bile İsrail’den alıyorsunuz, hibrit tohum. Küçücük Hollanda’nın tarım üretimine bakın. Bizim her şeyimiz var: Toprağımız, iyi kötü suyumuz, denizimiz, turizmimiz, yer altı zenginliklerimiz, zeytinimiz her şeyimiz var. Aslında farkında olmadığımız ve mahvettiğimiz bir cennetimiz var. Eksik olan sadece milli birlik ve beraberlik, bağımsızlık, planlama.
Güvenlik dışında Devletin en önemli üç görevini sıralar mısınız?
Devletin en temel üç işlevi eğitim, yargı ve sağlıktır. Eğitim ve sağlık ücretsiz olmalıdır, olabilir. Herkesin ev sahibi yapılması gerekir, olmalıdır ve olabilir. Tamamen bir planlama ve kaynakları doğru kullanma meselesi. Bazı stratejik alanlar devlette olmalı ve kalmalıdır. Bunlar özelleştirilemez. Özelleştirilmiş olanlar da devletleştirilir, bazı topraklar da kamulaştırılır.
Bütün bu sıraladıklarınız çerçevesinde bugün ülkemizde neyi görüyorsunuz?
Ülkede şu anda bir maskeli balo yaşanmaktadır. Çoğu kimsenin yüzünde bir maske vardır. Kimileri bu ülkenin temiz insanlarını din ile, Allah ile, yani din sömürüsü ile aldatmaktadır. Buna karşılık birileri de insanlarımızı Atatürk ile aldatmakta, başkaca amaçlarına Atatürk’ü kılıf olarak kullanmaktadır. Bu maskelerin indirilmesi ve gerçek yüzlerin teşhiri şarttır. Atatürk’e ve Cumhuriyet’e karşı geliştirilen yalanlara, tahrifata karşı tarihimizi iyi okumamız ve bilmemiz şarttır. Genç kuşağa Cumhuriyet mucizesi iyi anlatılmalıdır.
Bugüne dek Cumhuriyet hükümetlerinin birçok hatası oldu. Ancak bu hatalar Cumhuriyetten, onun kuruluş felsefesi ve değerlerinden kaynaklanmıyor. Bunlar Cumhuriyeti, Atatürk’ü hiç anlayamamış olan hükümetlerin hatalarıdır. Bu hatalardan ders çıkarmak ve tekrarlamamak gerekir.
BU İKTİDARIN İSLAM’A YAPTIĞI KÖTÜLÜĞÜ HİÇBİR HAÇLI SEFERİ VEREMEMİŞTİR
Eğitim sisteminde öncelikle sizi rahatsız eden nedir?
Laik eğitim sistemi hayati derecede önemli. Bakınız Cumhuriyet’in dinle hiçbir sorunu olmamıştır. Aksine Cumhuriyet, dini, din tüccarlarının, simsarlarının elinden kurtarıp özgürce yaşamaları için halka geri vermiştir. Diyanet’i Cumhuriyet kurmadı mı? Kur’anı Türkçeye Cumhuriyet çevirmedi mi? Halkımıza laik eğitimin insanların dinini öğrenmesine ve yaşamasına engel oluşturmadığını, esasen İslam’ın da okumayı, eğitimi istediğini, din ile din sömürüsünün, dindar ile yobazın ve din tacirlerinin farklı şeyler olduğunu anlatmamız gerekir. Ülkemizde “Amerikan İslam’ını, Suudi Vahabiliğin ve selefiliğin din diye yutturulduğunu anlatmamız gerekir. Dine, İslam’a yapılacak en büyük iyilik, onun siyasete ve ticarete alet edilmesini, bu şekilde istismarını önlemektir. Bu iktidarın İslam’a, dine yaptığı kötülüğü, verdiği zararı, hiçbir haçlı seferi verememiştir. Esasen şu anda iç destekli yeni bir haçlı seferi ile karşı karşıyayız.
Ya dış politika?
Dış politikada da ilkemiz, Ulu Önder’in “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi olmalıdır. Bunun değeri sanıyorum yaşayarak anlaşılmakta. Türkiye’nin izlemesi gereken dış politikayı, Mustafa Kemal Atatürk şu sözleriyle harikulade bir biçimde özetliyor:
“ Uluslararası ilişkilerde karşılıklı güvenliği ve saygıyı amaçlayan açık ve samimi politikanın en ateşli taraftarıyız. Barış yolunda nereden bir hitap geliyorsa, Türkiye onu coşkuyla karşıladı, desteğini esirgemedi. Dış siyasetimiz de dürüstlük, özellikle barış düşüncesine dayanır. Uluslararası herhangi bir sorunumuzun barışla çözümünü aramak, bize uyan yoldur…Karşılıklı güvenlik, bütün dünya uluslarının istemesi gereken bir mutluluk esasıdır… Meclisimiz ve Meclisimizin hükümeti, savaşçı ve maceracı olmaktan uzaktır; aksine barış ve güvenliği tercih eder. Özellikle insani, medeni ideallerin gerçekleşmesine inanmaktadır. Gerek doğu, gerek batı dünyası ile daima iyi ilişkiler ve dostluk aramaktayız .”
Bu kadar açık. İşte Atatürk yolu, Kemalizm de, tam bağımsızlık da bize uyan yoldur.
Bütün bu değerlendirmelerden sonra artık ne yapılmalı?
Artık siyasetçilik oynamayı, iç kısır çekişmeleri bir yana bırakarak milli güçlerin, bu ilkeleri benimseyenlerin bir araya gelmesi, parti içi iktidarı değil, gerçek iktidarı hedeflemesi şarttır. Bunun için de öncelikle mezhepçiliğin, bölgeciliğin, etnikçiliğin, hemşericiliğin terk edilmesi, yeni yüzlere, gençlere, her yaştan ve meslekten, eğitimden yurttaşlara yer verilmesi, oturduğu yere yapışıp kalan, bölgeciliğe, mezhepçiliğe, hemşericiliğe dayalı delege ağalığına son verilmesi gereklidir. Bu halka yeni bir umut ve heyecan verilmesi lazımdır. Bu da ancak, oy uğruna herkese mavi boncuk dağıtmakla, günlük eklektik söylemlerle, kimliksizlik kimliğiyle değil, belirli ilkelere ve yön duygusuna sahip olmakla, halka açıkça bazı şeyleri anlatmakla, kendi gibi olup görünerek, ilkelerinden ödün vermeksizin herkesi kucaklayarak başarılabilir. Halka çıkıp bu gerçekler anlatılırsa başarı kesindir. Bugün bunları yapacak birileri yoksa, çıkmıyorsa kimse endişe etmesin ki yarın yapacak birileri mutlaka çıkar. Türkiye hiçbir kişiye ve kuruma mahkum değildir. Ya yeni bir yol bulunur, ya da yeni bir yol yapılır. Gemileri karadan yürüten, sırtında mermi taşıyan bu millet mutlaka bir yolunu bulur. Umutsuzluk, yılgınlık en büyük düşmandır.
Akılla, kararlılıkla, heyecan ve şevkle, doğru siyaset ve planlamayla, doğru insanlar ve kadrolarla bir anda bu sis ve pus dağıtılır, emperyalizm yenilip kovulur ve ülkenin üzerinde yepyeni, pırıl pırıl bir güneş doğabilir. Yaptık, yine yapabiliriz. Atatürk diyor ki:
“Bir milletin ruhu zapt olunmadıkça, azim ve iradesi kırılmadıkça, o millete hakim olunamaz. Yüzyılların yarattığı ulusal ruha, güçlü ve sürekli ulusal iradeye hiçbir kuvvet karşı koyamaz”
Bu hesaplaşma er geç olacaktı. Hiç kimse merak etmesin, umutsuz olmasın. Güzel günler göreceğiz, güneşli günler.
Aynı dileği paylaşıyoruz. Teşekkürler.
Röportaj: Nurzen Amuran
Odatv.com