Sıkıntımız büyük…
Türkiye bu günlerde bir tek kişinin “dediğim dedik” siyasetinden kurtulmaya çalışıyor.
Üç büyük siyasi parti, halkın kabaca yüzde 60’ı ve o kişinin kendi partisi içindeki “rahatsız”ları da hesaba katarsak belki de ülkedeki nüfusun yüzde yetmiş- sekseninin bu günlerdeki tek derdi, tasası “nasıl yaparız da ondan kurtulup, ülkeyi normale döndürebiliriz?”
Kitaplara bakarsak, memlekette Anayasa var mı?
-Var
Memlekette hukuk var mı?
-Var
Memlekette milli irade, demokrasi falan var mı?
-Onlar da var!
Ülkenin çok kötü yönetildiğinden şikayetçiyiz değil mi?
-Eveeeet, hem de nasıl!
Üstelik on milyonlarca insan bu konuda aynı safta olduğumuza göre akıl yürütme konusunda da bir sıkıntı yok.
Peki niye olmuyor?
Burası muz cumhuriyetlerinden biri mi?
-Olur mu hiç; demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletiyiz.
Koca bir imparatorluğun mirasçısı, kadına seçme ve seçilme hakkını İsviçre’den bile önce tanımış, dünyanın sayılı ülkelerine karşı kurtuluş savaşı vermiş, üçüncü dünya ülkelerine örnek olmuşuz ya…
Peki böyle niteliklere sahip, bir demokratik hukuk devletinde nasıl oluyor da “bir tek kişi” halkın büyük çoğunluğunun karşı olmasına rağmen yine de “dediğim dedik” diyebiliyor ve bunca parti lideri, siyaset adamları, hukukçular, şunlar bunlar hiçbir şey yapamıyorlar?
Üstelik bu konu öyle sıradan bir iktidar tartışması ölçülerini de çok çok gerilerde bırakıp neredeyse ülkenin bölünmesi, ekonominin batması gibi “hayat-memat” endişelere yol açmışken…
Ne dersiniz?
Bu beğenilsin ya da beğenilmesin; iyi ya da kötü, ortada büyük bir “güç” olduğunu gösteriyor değil mi?
Siyasette bir tek kişinin, toplumun büyük çoğunluğunu karşısına alıp istediği her şeyi dayatabilmesinin, karşısındakileri bu derece çaresizlik içinde bırakabilmesinin “gücü” ne olabilir acaba?
Böyle bir durum nasıl açıklanabilir?
Birisi böyle olmasını istese bile “düzen” buna nasıl izin verir?
Daha önceleri bunun bir örneğini gören var mı?
Ne dersiniz?
*
Bu konudaki ip ucunu, aslında siyasetle pek başı hoş olmayan bir bilim adamı Roma’lı “Arşimed” veriyor. Yani, aslında küçük bir güç sarf ederek büyük güçler yaratabilmenin denklemini.
Milattan önce 287 yılında Sicilya’da doğmuş.
Hani şu hamamda yıkanırken hamam tasına bakıp suyun kaldırma kuvvetini, hacim-özgül ağırlık ilişkisini bulan, sonra da “Eureka eureka” yani “Buldum buldum” diye o haliyle sokaklara fırlayacak kadar kendisini bu işlere kaptırmış olan bilim adamı.
Denge prensiplerini yani “denge”nin formülünü bulan kişi.
İşte o Arşimed…
Siraküza Kralı Hierro’nun Kral Ptolemy için yaptırdığı ancak bir türlü suya indiremediği gemiyi kızaktan indirebilmek için, ufak bir hareketle büyük ağırlıkları yerinden oynatabilen bir “düzenek” kuruyor.
Bu işi çözünce de, daha büyük bir iddia atıyor ortaya:
“Bana bir destek verin, bu dünyayı yerinden oynatayım!”.
Aslında düşündüğü şey şimdi bize çok basit gelen bir kaldıraç.
İddiası çok müthiş, ama o kadar da haklı; eğer uzayda kuvvetli bir destek ve yetecek uzunlukta bir kalas olsa, öyle Süpermen falan değil; içimizden herhangi biri de böyle bir kaldıraçla şu koca dünyamızı bile yerinden oynatabilir.
Bunu sağlayan şey “düzenektir” diyor koca Arşimed; kaldıranın kol gücü ya da kaldırılacak olan nesnenin ağırlığı falan değil belirleyici olan...
Aynısını sosyal dengelerin değiştirilebilmesi konusunda da düşünebiliriz sanırım.
*
Dönelim o zaman asıl konumuz olan siyasete…
Peki bizdeki “siyasal kaldıraç” yani “düzenek” bir tek kişinin koca bir ülkenin çoğunluğu istemese de onları istediği biçimde yönetmesine, sosyal dengeyi değiştirmesine imkan verebilir mi?
Arşimed yaşasaydı ve bu konu ona sorulsaydı, mutlaka “evet, mümkündür” derdi.
Evet, yeter ki buna uygun bir “düzenek” kurulmuş olsun.
Var mı bizde böyle bir düzenek peki?
-Bir düşünelim bakalım:
Siyaset piramidinde, sözüm ona tabandakiler kademe kademe üst yönetimleri seçmiyorlar mı?
Örneğin sade partililer mahalle delegelerini, onlar ilçe-il delegelerini, bu seçilenler büyük kongre ya da kurultay delegelerini, onlar da parti meclisini ve genel başkanları yani sonuçta tepedeki tek kişiyi de kendileri belirliyorlar değil mi?
Buradan bakarsanız, her şey demokratik ve “toplumsal irade”, zincirleme en alttan tepeye doğru gelişiyor. Beklentiye göre de, tepede bir “yanlış” yapıldığında taban derhal harekete geçerek “tepe”ye istediği şekli verebiliyor…
Ancak siyaseti aşağıdan yukarıya doğru inşa etmek için kurulmuş olan bu düzenek, kimi zaman böyle çalışsa da; her şeye rağmen oralarda kalmak istendiği zaman işler kolayca tersine dönüyor ve “belirleme gücü” bu sefer yukarıdan aşağıya doğru çalışmaya başlıyor.
Yani tepedeki tek kişinin bütün tabana hükmetmesine.
Örnekleyelim.
Uygulamada, bir biçimde seçilmiş “tepe”dekiler kendi yardımcılarını, yetkili karar organlarını, parti eğer iktidardaysa bakanlarını ve üst yönetimi büyük ölçüde kendileri “seçiyor ve seçtiriyor”, onlar da kendi yerlerini sağlama almak için tabii ki aşağıya doğru kademe kademe “uygun” olanları “seçerek ya da seçtirerek” siyaset piramitinin tepeden tırnağa “uyum içinde(!)” olmasını sağlıyorlar.
“Düzen” bu olunca, siyasetin “düzeneği” de tabii ki Arşimed’in dediği gibi çalışıp, sırasında; en tepedeki bir tek kişinin en alttaki milyonlarca kişinin kolayca istenilen biçimde yönetilmesine, daha doğrusu “biat” ettirilmesine imkan verir hale dönüşüveriyor.
Bu “tersine işleyen demokrasi”, ya da “ters de çalışabilen siyasi düzenek” sadece iktidar partisinde mi?
Hayır, siyasete hakim olan “düzen” her yerde aynı olduğuna göre, bu olay şu ya da bu ölçüde her partide görülebilir.
Yani?
Yani bazı durumlarda partilerin üst yönetimlerinin aldığı kararlar tabana ters gelse de, siyasi düzenin “fiili işleyişi” tabandakilerin tepedekine fazla itiraz etmelerine imkan vermiyor; dolayısıyla demokrasinin lafta bırakıldığı, araç sayıldığı durumlarda “tepe” ne derse o oluyor.
Tabii ki bu koşullarda oluşmuş "türdeş" birkaç “tepe” nin siyasal çıkarları birbirleri ile “uyuştuğunda”, insanlar ayağa da kalksa, o kağıt üzerinde yer alan “iradeleri” düzenin böyle işlemesi dolayısıyla pek bir işe yaramıyor.
Ve böylece, yürürlükteki “düzen” sayesinde, sırasında bir tek kişinin gücü, milli iradenin gücünü bastırabiliyor.
Özetle:
Bizce çıkarılacak sonuç şu:
Bütün ülke “batıyoruz, bu böyle gitmesin” derken karşı karşıya kalınan sıkıntının kaynağı aslında demokrasimizin yukarıdan aşağıya yani tersine çalışmasına imkan veren “Siyasi Partiler Kanunu” ve ilgili mevzuatın ta kendisi.
Zaten asıl sorun “düzen”de ve “düzenekte” olmasaydı, milli iradenin tam da kendisi olan o büyük kitleler ciddi endişeler taşıyıp başlarına ne geleceğini, birilerinin kendi gelecekleri hakkında neye karar vereceğini televizyon ekranlarından öğrenmek zorunda kalırlar mıydı?
Eğer “söz” hakkı “düzenin” değil de gerçekten “milletin” olsaydı, “düzen” tersine işleyemeseydi, şimdi halk olarak böyle dertlenip oturmak zorunda kalırmıydık, hem oy verir hem “acaba başımıza neler gelecek” diye tasalanır mıydık?
Maalesef o “düzeneğe”e kaptırmışız bir kere kolumuzu.
Bakalım bu kadar insan, şimdi hep birlikte o “tepe”ye sözümüzü ne kadar geçirebileceğiz.
Ama kısmet olur da işi bir şekilde toparlarsak alınacak ilk tedbir, tepemize tek adamlar yaratan düzeneği yani “siyasi sitemi” değiştirmek olmalı.
Her seferinde birilerine “Bizi ancak o kurtarır” demekle olmuyor.
Düzen ve düzeneği sağlama almak lazım.
Şartlar insanları değiştirebiliyor.
Her “keşke” dediğimizden bir hatırlasanıza.