Gezi Direnişi veya süreci, 10 yıl süreyle TBMM’de çoğunluğu elinde bulunduran parti ve hükümete karşı bir toplumsal ve siyasal tepki idi. Başka bir söyleyişle, anayasal ve siyasal denge ve fren düzeneklerini giderek etkisiz kılan ve/ya kaldıran siyasal çoğunluğun işlem ve eylemlerine “dur” mesajı idi.
Bu mesaj alınmadığı gibi, 17 ve 25 Aralık 2013’te Parti-Cemaat ittifakının sona ermesiyle ortaya dökülen “kirli çamaşırlar”, Gezi’yi yaratan nedenleri -bunlara artılar da ekleyerek- pekiştirdi. Parti ise hukuku işletmek yerine, Gezi ve Cemaat arasında paralellik kurarak, “kendi hukuku”nu oluşturma yoluna gitti. Bunda, 30 Mart 2014 yerel seçimleri ile 10 Ağustos Cumhurbaşkanı (CB) seçimleri cesaretlendirici işlev gördü.
7 Haziran 2015 seçimleri ise 2010 (Anayasa referandumu), 2011 yasama seçimleri ve 2014 seçimlerine göre (yerel ve CB) kayda değer düşüş, bir “toplumsal ve siyasal fren” olarak görülebilir.
Başka bir deyişle, AK Parti, Gezi sürecini (ve Aralık operasyonlarını) ad koymasa da, iktidarını ve çoğunluğunu frenleyici ve zedeleyici etkenler olarak gördüğü için, HSYK yasasını değiştirdi ve sulh ceza hâkimlikleri ihdas etti; yargıç ve savcıları güdümü altına almak amacıyla Anayasa-dışı müdahaleleri sürekli hale getirdi; ama bunları da yeterli görmediği için “iç güvenlik yasası”nı (6638 sy. K.) çıkardı. Bunların “ürünleri”ni şu ya da bu biçimde toplamaya da başladı; hâkim ve savcıları kararları nedeniyle tutuklatmak, 1 Mayıs gösterilerini en acımasız biçimde bastırmak gibi...
Bütün bunların özeti: “sandık benim”; “sokak da sizin olmayacak.” Başka bir ifadeyle, sokak-sandık diyalektiğini kırarak, toplumsal muhalefeti bastırmak suretiyle böyle bir muhalefetin sandığa olası yansımasının önüne geçmeyi hedefledi.
Ama başaramadı: Seçmenler frenledi
Anayasal fren-denge düzeneklerini kaldırmakla yetinmeyip toplumsal muhalefeti şiddet yoluyla bastıran ve hukuku amaçlarının aracı kılan iktidara “dur” dendi; üstelik kendi seçmenlerince. İşte bu, toplumsal ve siyasal nitelik taşıyan bir fren olarak görülebilir.
AKP, bu freni, “vandalizm” veya “paralel” vb sözcüklerle yok sayamadığı için, yenilgisini bu kez “hükümet kombinezonları” ile aşmaya çalışıyor.
Oysa seçim sonuçları, iki seçenekli bir çözüm sunuyordu: Ya üçlü koalisyon (CHP-MHP-HDP) ya da AK Parti azınlık hükümeti.
Birinci olasılık, özellikle MHP’nin tutumu yüzünden gerçekleşmeyecek gibi görünüyor. Bu durum karşısında, her üç partinin, hiç değilse, 258 sandalyeye sahip AK Parti’ye, “Hükümeti kendin kur” demesi beklenirdi.
AK Parti ise ne iktidarı bırakmak, ne de yalnız başına kullanmak istiyor.
Amacı, yürütme ve yasamaya birlikte hâkim olmak. Eğer, hükümeti yalnız başına kurar ise yürütme elinde olduğu halde, yasamada zayıf olacak... Buna karşılık, üç partiden biriyle koalisyon hükümeti kurması halinde, TBMM’de üç parti arasında olası bir “yasama ittifakı”nı kırmış olacak.
Bu süreçte, partilerin tavrı nasıl yorumlanabilir?
- HDP, şimdilik oyun kurallarının dışında kalmaya çalışıyor.
- MHP, tarihiyle yüzleşme (1999-2002 koalisyonu) yerine, tarihsel sorumluluktan kaçmayı yeğliyor.
- CHP, üst düzey bir anayasal söylem yerine, kurmaylarının dağınık açıklamalarıyla kendini eleştirilerin hedefi haline getiriyor.
- AKP ise zamana oynuyor; iki şekilde: Ya kendine en uygun koşullarda koalisyon kuracak ya da kamuoyuna, “gördüğünüz gibi bu partilerle olmuyor” restiyle erken seçim için propaganda malzemelerini öne çıkaracak.
Mesela, Cumhurbaşkanı, YSK seçim sonuçlarını açıklayınca, hükümeti kurma görevi için hemen md. 109’u işletebilirdi. Ne var ki, TBMM Başkanlık Divanı’nın oluşmasını beklemek, hükümeti kurma çalışmasını seçimlerden yaklaşık bir ay sonra başlatmak ve hükümet kurma seçeneklerini en aza indirmek demek.
Şimdilik görünen, AK Parti’nin -oluşturduğu yasaklara rağmen karşısına çıkan- toplumsal fren mekanizmasını aşma yolunda kendi milletvekillerine konuşma yasağı bile koymuş olması.
CHP-MHP-HDP’nin ise AKP’nin yalnız başına hükümet kurmasında anlaşması, güvenoyuna engel olmaması, parlamenter rejimi işletme konusunda kayda değer bir adım oluşturur...