12 Haziran 2011 tarihinden önce akılda ne kaldı? Ölüm cezası, işkence, eşkıya, bomba ve kitap...
30 Mart 2011 tarihli gazete haberlerine göre Başbakan, Kayseri'deki üç çocuğun vahşice öldürülmesinin ardından başlayan ''idam cezasının geri getirilmesi" ile ilgili tartışmalar konusundaki bir soruya, ''Şu anda tartışılıyor. Bizim gündemimizde değil'' yanıtını vermişti.
Sonra ne olduysa oldu ve ölüm cezası üzerinden üretilen siyasete idam sehpaları kuruldu. Özellikle ve herhalde, kendisini "demokrat ruhlu" olarak tanıtıp, "ileri demokrasi" yaratıcısı olarak alkış tutanlar, 12 Haziran 2011 tarihinden önce Başbakan'ının (kendisine göre Devlet Başkanının) şu sözlerini aklıda tutacaklardır... Ne demişti?
"İmralı'dakiyle ilgili ceza kesinleşti. Nedir bu ceza? Ağırlaştırılmış müebbet hapis. AK Parti bunun üzerinde asla oynamaz. Tayyip Erdoğan sağ oldukça, böyle bir şeye müsaade etmez. Ancak bir şey daha var. İdam Türkiye'de kalkmadığında ABD geldi, Öcalan'ı teslim etti... İdamın ertelenmesine karar verildi. O zaman bunu sumen altı yapmasaydınız bu iş çoktan bitmiş olacaktı. O anda koalisyonda olsaydık uygulanması gereken cezayı uygulardık. Ya idam edilirdi ya da istifa ederdik, çekilirdik."
İktidar, daha doğrusu "hükümet" ediyor olsalarmış, asarlarmış... Ertelenmiş olması ne demek?
"... Bunun ertelenmesi neticesinde de o zaman terörist başı bundan kurtuldu ve şu anda millet ondan kurtulamadı. Ama böyle bir olayda Türkiye'nin beklentileri vardı, bütün şehit ailelerinin beklentileri vardı. Şehit ailelerinin beklentileri bu kadar ucuza satılmamalıydı. İşte o günün kararı bugüne böyle yansımış vaziyette."
Hukuk, bilmeyenlerdensiniz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ölüm cezası hakkında ne karar verdi okumamışsınız... Belki de bu yüzden kendi siyasetinize uygun hukuk yaratmak için ölüm cezası üzerinden politika yapmayı tercih edenlerden olabilirsiniz. Başbakanın bu sözleri üzerine bazı yazarlar bunun "seçim meydanlarındaki" konuşmaların heyecanına veren yazılar yazdı ama "hukuken" hatalı buldu. Siyaseten olabilir denildi. Yanılıyorlar, ne hukuka ne de siyasete, ölüm cezasını savunmak asla yakışmaz, utanılacak bir durumdur. İnsan öldürerek cezalandırmak gibi cezalarla gelecek kurulamaz. Kimse, kimsenin cellâdı değildir.
Geriye kalan bu sözlerden çıkan anlam nedir? Eğer Parlamento'da çoğunluk olurlarsa, "idam cezası" geri mi gelecek? Hemen uygulanacak ve hemen "millet" Abdullah Öcalan'dan kurtulmuş mu olacak?
Tüm hak ve özgürlüklerin başında gelen yaşam hakkı, aslında ölüm cezası ile insan yaşamını ortadan kaldırdığı için böyle bir cezanın kabul edilemeyeceği pratiğinin ve tarihi geçmişinin, ceza hukuku ve infaz hukuku ile yüzleşmesidir. Sonuç olarak, böyle bir ceza olamaz. Ölüm cezası, bizatihi yaşam hakkının ihlalidir. O nedenle kaldırılması için tüm coğrafyalardan tüm topraklardan silinip atılana kadar mücadele edilmelidir. Evrendeki tüm hukuk düzenlerinde ölüm cezası ilga edilmelidir.
Böyle bir zihniyet, demokrasinin inşası için ölüm cezasını geri getirerek mi demokrat olacak?
Böyle bir zihniyet, insan asarak Kürt sorununu mu çözecek?
Zaten bu zihniyete göre, Kürt sorunu yok ki! 2009 yılında "Kürt Sorunu" vardı ve demokratik çözüm için uğraş verileceği ve sorunun çözüleceği vaadi herkeste "bir umut" yaratmıştı. Alkışlarla ve methiyelerle karşılandı. Kürt sorunu üzerine cesaretle gidilmesi demokrasinin gereği değil miydi(!)? Hükümet programını açıkladı. İçişleri Bakanı TBMM Genel Kurulu'nda (23. Dönem 4. Yasama Yılı 18. Birleşim, 13 Kasım 2009) demokratik açılım projesinin tanıttı ve 15 Ocak 2010 tarihinde basın toplantısı ile yapılacaklar açıklandı. "Kürt sorunu" denilmedi ve adı "Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi" oldu. Projede iki temel hedef vardı. İlki terörün sona erdirilmesiydi. İkincisi ise demokrasi standardının yükseltilmesi, temel hak ve özgürlüklerin alanının genişletilmesiydi. Kürt sorunu, "milli birlik ve kardeşlik" içinde böylece çözülecekti...
Mekanizmalar kurulacaktı... Birisi de İşkenceye Karşı BM Sözleşmesi'nin İhtiyari Protokolünün onaylanması ve öngördüğü ulusal mekanizmanın kurulmasıydı. Sözleşmenin onay kanunu kabul edildi. Mekanizmaların kurulması beklenirken, Başbakan'ın mitingi öncesi Hopa'da çıkan olaylarda Metin Lokumcu sıkılan gazdan öldü. Başbakan'a göre Hopa'ya "eşkıya" indi! Artvin Barosu yaptığı açıklamada "yaşanan olayların toplumsal barış açısından kaos ve tehlike yarattığını" bunun önüne geçebilmek için herkesin çaba göstermesini istedi. Ama "eşkıya" sözünden dolayı özür dilenmesini bekledikleri açıklamanın satırbaşları şöyle: "31 Mayıs 2011 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisinin mitingi öncesinde çıkan olaylar son derece üzücüdür. Olaylar nedeniyle vefat eden Metin Lokumcu'ya Allahtan rahmet, yaralanan Polis Memuru Servet Erkan'a acil şifalar diliyoruz. (...) Olayların geldiği bu noktada toplumda yaratılan ötekileştirme, demokratik tepkilere tahammülsüzlük, toplumu kaosa sürüklemek gibi hal ve hareketleri tasvip etmemiz mümkün değildir. (...) Kimse diğeriyle aynı düşünmek zorunda değildir. Demokratik tepkilerin dışa vurumunun bu şekilde olmaması gerektiğini yineliyoruz. Ancak, bunun yanı sıra kendilerine ileri demokrasi hedefi koyanların bu tür demokratik tepkilere herkesten daha fazla hoşgörü göstermesi gerekirken Artvin'e ve Hopa İlçemize yakıştırılan Eşkıya sıfatını da kabul etmiyoruz. Bu sıfatı yakıştıranları kınıyor ve özür istiyoruz. (...) Herkes hukuka saygılı olmak zorundadır. Toplumsal yaşamın özü budur. Türkiye Tabipler Birliğince kullanılmasının sağlık açısından zararlı olduğu bildirilen gaz bombalarının bu gibi toplumsal olaylarda kullanılmasını da istemiyoruz. Bir sürü masum vatandaşımız hak etmediği halde bu bombalardan etkilenmekte ciddi sağlık problemi yaşamaktadırlar."
İşkencenin, onur kırıcı davranış ve gayri insani muamelenin mazereti olmaz. Ama oldu. Ankara'da Metin Lokumcunun ölümünü ve Hopa'daki olayları protesto eden insanlar işkence gördü. İşkenceyi "anama diyemedim" diye anlatan insanların yaşadığı gayri insani muamele, gözaltına alındıktan sonra bile kelepçelenmiş insanların varlığı aslında; onur kırıcı davranışları alışkanlıkla sürdüren "ileri demokrasinin" sonucuydu.
Demek ki sadece "işkenceye sıfır tolerans" sözlerini söyleyip durmakla işkence önlenemiyor. Böyle bir zihniyetin işkenceyi siyasetin "mekanizması" haline getirmesi ileri demokrasinin seçimidir. Böyle bir zihniyet, bomba ile kitabı birbirine benzeterek ve hatta kitabı bombadan daha tehlikeli görerek mi ifade özgürlüğünü sağlayacak?
Böyle bir zihniyetin, 12 Haziran 2011 tarihinden önce geriye bıraktıklarından bazıları ve akılda kalanlardan bir kaçı... Acaba 13 Haziran 2001, böyle bir zihniyetin günü müdür? (Fİ/ŞA)