1970’li yıllardı sanırım.
Şimdiki gençlere belki komik bile gelecek ama, bir eve telefon almanın 10-20 yıl sıra beklemeyi gerektirdiği günlerdi onlar.,,
PTT’nin hatları her yere ulaşamadığı için çoğu “şehirler arası” görüşmenin jandarma santralı üzerinden “bağlanabildiği”; dahası, örneğin bu gün “acele” tarifesiyle Adana’dan arayanın İstanbul’daki ile görüşebilmesi için bir buçuk gün “sıra” beklemek zorunda kaldığı bir zaman diliminden söz ediyorum.
Üstelik … telefondan duyulan ses cılız mı cılız, cızırtılı mı cızırtılıydı…
İşte o günlerden kalma bir “espri” ile lafa girmek istedim asıl konuyu açmak için:
Adam postahanenin “şehirlerearası telefon” kabinine girmiş, sözde Adana’dan biri ile konuşuyor ama, ya sesin gitmediğinden endişeli ya da telefon operatörü “konuşsana kardeşim” demesine karşın hala karşının sesini duyamıyor ve o sıcak yaz günü ardına kadar açık olan pencereden yayılan gür sesiyle bağırıp duruyor:
-Adanaaaaaaaaaaaa, Adanaaaaa! Alooooo Adanaaaaaa!...
Tesadüf bu ya, turistin biri sokaktan geçerken o canhıraş sesleri duyunca meraklanıp soruyor oradakilere:
-Ne diye bağırıyor içerideki adam?
-Ha o mu? diyorlar, Adana’yla konuşuyor, oğlu orada asker de…
Turist şaşkın, anlamaya çalışıyor:
-İyi ama niye telefonla konuşmuyor da sesini taa Adanalara bağırarak duyurmaya çalışıyor ki?
*
O günden bu günlere teknoloji inanılmaz ilerledi, iletişim imkanları arttı, insanların karşılarındakine sesini duyurabilmeleri konusunda hemen hiçbir sorun kalmadı.
Vatandaşın sesini Adana'ya da Ankara'ya da duyurabilmesi için ille de bağırmak zorunda kalmıyor olması gerekli değil mi?
Ne Adana’sı ne Ankara'sı…
“Tuşla” numarayı, dünyanın öbür ucu anında karşında artık.
Hatta görüntülü bile…
“Ses” şimdi elektrik dalgalarının sırtında saatte şu kadar kilometre hızla ve saniyeler içinde dünyayı dolaşabiliyor.
Devir “iletişim” devri.
“Ses” iyi de, ya peki “yurttaşların düşünceleri ile siyaset kurumları arasındaki iletişim” ne durumda acaba?
Örneğin İstanbul’daki yurttaşın Ankara’daki “vekil”ine belirli konulardaki tercihini ne kadar iletebildiği konusu?
Maalesef o konuda “hatlar” o kadar geride ki; geçelim 1970’lerin Adana’sını, insan neredeyse Milattan önceki 800-900 yıllarındaki eski yunanının şehir/site devletlerine bile gıpta ediyor bu açıdan.
*
Neden mi?
Anlatalım o halde:
Herkesin malumudur… Milattan öncesinin o günlerinde nüfusları zaten üç-beş yüz kişiyi aşmayan “şehirli” nüfus, kendi site/şehir devletlerinin yönetim konularını görüşmek için bir meydanda toplanır, şöyle ya da böyle tartışır ve kararlarını verir, yöneticiler de bunları uygularmış.
Buna “doğrudan demokrası” demişiz.
Buradaki “doğrudan” sözünü “aracısız” demokrasi olarak anlamak gerekir.
Yani seçmenin “iradesinin” yönetime doğrudan iletilmesi, siyasi tercihlerin eksiksiz yansıması olayı.
Tıpkı şimdiki telefonların “anında” dünyanın öbür ucundakine ulaşabilmesi, insanların karşısındakine meramını kolayca anlatabilmesi gibi.
*
Dünya nüfusu, doğrudan ya da “aracısız” demokrasinin uygulandığı o eski günlerden bu günlere doğru geçen yaklaşık üç bin sene içinde binlerce defa katlanırken, doğal olarak yönetim biçimi de değişmiş tabii.
Yüz binler, milyonlar eski yunandaki gibi bir araya gelip “aracısız” biçimde yönetime katılma imkanı bulamayınca "aracılı" ya da “temsili” demokrasiye geçilmiş. Halk ile hükümetler arasına temsilciler yani bu günkü “vekiller” sokulmuş, böylece örneğin 15 milyonluk İstanbul’un 88, Bayburt’un, Gümüşhane’nin ikişer kişiyle temsil edilmesi benimsenmiş.
Şimdi, fena mı olmuş yani de diyebilirsiniz.
Haydi biz de “olumlu” yanıyla söyleyelim o zaman:
Örneğin böylece, Gümüşhane’nin Bayburt’un halkı önlerindeki dört yıl boyunca gündeme gelen her olayda siyasi tercihlerinin ne olduğunu ya da olacağını o “beğenip seçtikleri” iki kişinin ağzına bakarak öğrenme “kolaylığına” kavuşmuşlar.
Matematik ve hatta hukuk açısından buraya kadar tamam.
Ama olaya “demokrasi” yani her konuda “halkın dediğinin olması kuralı”nın işlevselliği açısından bakıldığında bu “çözüm”ün çok da başarılı olamadığı, hatta çoğu zaman istismara imkan verdiği anlaşılmaktadır.
Bilirsiniz, “demokrasi kötüler arasındaki en iyi yönetim şeklidir” de denir.
Çünkü, özellikle olayların hızla geliştiği, kararların çok fazla bekletilmeden verilmesi gerektiği günümüzde, -“o vekiller”in parti politikalarının belirlenmesindeki etkinlikleri meselesi bir tarafa- dört yılda bir sorulan “tercih”in seçimden sonraki dört yıl boyunca karşılaşılacak durumlardaki seçmen tercihlerini ne kadar yansıtabiliyor olacağı ciddi bir tartışma konusu.
Düşünsenize:
Diyelim ki falan tarihte ortalık süt-liman, seçim yapıldı ve seçmen bütün hassasiyetini göstererek kendi çıkarını kollayacak, ülkeyi kalkındıracak, özverili vekillerini seçti…
Peki, yine diyelim ki bir sene sonra ekonomi krize girdi, ikinci sene harp çıktı, üçüncü sene kıtlık oldu, dördüncü sene hükümet “bir çılgın girişim”de bulundu.
Peki bütün bunların olduğu o dört yılda, sadece halktan dört yıl önce alınmış “vekalet”e dayanarak “madem halk bize bu vekaleti verdi, ne yapılması gerektiğini de elbette bizim takdirimize bıraktı” diye düşünülür, o halkın bu ortaya sonradan çıkan konularda neyi isteyip neyi istemediğine kulak asılmazsa “demokrasi” yani “sadece halkın dediğini yapma rejimi” sağlıklı işliyor diyebilir miyiz?
Böyle durumlarda gerçek anlamda bir temsil var diyebilir miyiz?
Diyemeyiz elbette.
Diyebilmemiz için, o en saf ve etkili biçimini üç bin yol önce, eski yunanda gördüğümüz gibi, vekillerin ve hükümetin dönüp halkına “peki bu durumda ne düşünürsünüz” diye her fırsatta ve her imkanı kullanarak sorması gerekmez mi?
Bir şekilde sorsa ve sadece denileni yapsa, alın size “doğrudan” ve “doğru” demokrasi derim ve alkışlarım.
Ama sormazsa… Ki bu konu geniş bir tartışma konusudur, sormadığı ya da söylenenlere kulak asmadığı "ben bilirim, ben karar veririm, ben yaparım" dediği ölçüde bu iş “gel dört sene benim yerime düşün” denmiş gibi bir garip vekalete dönüşür.
Uygulamada, vekil asilin yerini almış olur.
*
Peki nasıl olacak?
Nasıl olacağı ayrıca tartışılır ama, seçmen ile vekili arasındaki bu “iletişim” ne kadar sıkı olabilirse o kadar “Demokrasi”, ne kadar “kopuk” olursa o kadar da “lafın gelişi demokrasi” daha doğrusu “keyfi idare ve saltanat” olur, “milli iradenin vekaletini kapan, artık bu işler benden sorulur” demeye başlar.
Bizde son zamanlarda böyle de olmuştur.
Taksim Gezisi’nde başlayıp bir ara bütün yurda yayılan olaylar aslında, son yıllarda o artan kopukluğun tepkisidir.
Enteresandır, o günlerde kendi tercihlerinin dikkate alınmadığını gören halk, yine çok enteresandır ki; kendi vekillerini aramadan, isteklerini ya da istemediklerini “doğrudan” haykırma yolunu seçmiştir.
Yani işlemekte olan düzenin "telefon hatları"nın kendi tepkisini yansıtmada yetersiz kaldığını, sesinin bu yolla gitmediğini ya da duyulamadığını görmüştür.
Siyasetle ilgilenenler, partilerin “gezi”yi gerektiği gibi değerlendiremediğini söylerler “ah-vah” ederler.
Aslında “gezi”ciler de partilere pek itibar etmemiştir farkındaysanız.
Gayet doğal…
Çünkü “Gezi”de ya da meydanlarda toplananların asıl sıkıntısı “temsili demokrasinin”, “vekalet sistemi”nin istekleri karşılayamıyor olmasıdır.
Çünkü olabilseydi, o milyonlarca kişi bir süre sonra evlerine çekilmez, aynı güç patlamasıyla siyasi partiler üzerinden iktidarı zorlarlardı.
Nihayet şunu söylemek isteriz:
Demokrasi, yani “Demos-kratos” sadece halkın dediğinin ve istediğinin olması ise; bunun başarısı ve ülkenin huzuru, sokaktaki insanın tercihlerinin yönetime ne kadar aksettiğine, yönetimlerin bu tercihlere ne kadar kulak astığına bağlıdır.
Dört senede bir alınan-verilen vekalet, hukuken yeterli sayılsa da; bu iletişim çağında, tek başına, kitleleri tatmin etmekten çok uzak, çok yetersiz kalmaktadır.
Artık demokrasinin ölçüsü “iletişim” olmalıdır.
İletişim ve böylece sağlanacak “katılım” ne kadar gözardı edilirse “doğrudan demokrasi” meydanlardan o kadar fazla “fışkırır”, kitleler yürür;
Kulagı az işiten kimi "aracı"lar hep endişelenir.