Dün gece İskenderun'da Baromuzun yöneticileri ile yemeğe çıkmadan hemen önce telefonuma otomatik mesaj sisteminden soğuk bir SMS düştü. Öylesine baktım. Neyin çağrısı, neyin reklamı diye. Vefat duyurusu imiş. Allah rahmet eylesin dedim, tanımadığım Osman beye. Mesaj kutusunu kapatırken gözüm takıldı birden. Osman Yıldırım Pekkan imiş. YILDIRIM PEKKAN.... Avukat.... İlk meslek yıllarımın idolü. Sonrasında dostum, abim... Başım sıkıştığında sorup öğreneceğim meslek ustam. Mesleğe başladığım yıllarda elimden tutan bir kaç kişiden biri. Yıllar sonra, ben de kıdemli sayılacak bir avukat olduğumda, zihnimde çözemediğim davaları saatlerce tartıştığım muhteşem hukuk insanı . Çukurova'dan çıkıp, yaşamın bütün imkansızlıklarını azmiyle yenmiş, tırnaklarıyla kazıya kazıya zirveye çıkmış abide avukat.
Boğazıma bir yumru oturdu. Ağlasam gidecek gibi. Kimsenin keyfini kaçırmamak için sustum. Kimseye bir şey diyemedim. Etrafımdaki dostların sevgisine ve sohbete bıraktım kendimi. Boğazımdaki o yumru olmasa, neredeyse atlattım diyebilirdim haberin vurduğu ilk darbeyi.
Yakışıklı, otoriter duruşlu, yüreği sıcacık Yıldırım Bey... 20 yılı aşkın dostluğumuzda ben ona hep "bey" dedim, o da bana bütün mütevazılığıyla "hocam"... Çok derinlere indiğimizde sohbetlerimizde bazen "Metin" derdi; ne kadar sevinirdim. Yine de abi diyemezdim bir türlü, nezaketsiz bulur endişesiyle.
Bir zamanlar hemen her öğlen aynı lokantaya giderdim. Yıldırım Beyin orada bir köşesi vardı. Biri biraz geçerek gelirdi. Gelmeyecek olursa, haber verirdi şef garsona. Dostları merak etmesin diye. Ben de yakınında bir yere oturur, uzaktan laflardık. Yemeğin sonunda, kalkmadan önce kahvemi ısmarlardı. Ben de yanı boş ise, gider sohbet ederdim. Müthiş bir keyifti. İnsanın sorup öğrenebileceği bir büyüğe sahip olması paha biçilmez bir nimet. Doya doya yaşardım.
Bir hafta sonu üzerinde kırmızı spor bir gömlek vardı. Çok yakışmıştı. Söyledim. Bana öğrettiği gibi söyledim. Derdi ki, misal, "kravatınız çok güzel denmez. Öyle dersen, kravatı takanı değil, bir eşyayı öne çıkarırsın. Kravatınız ne kadar yakışmış dersen, o kravat siz olmazsanız aslında bir kumaş parçası; sizin üzerinizde anlam kazanıyor demiş olursun." Gömleğiniz çok yakışmış dedim. Hafta içinde bir paket verdi. Gömleği yıkatıp ütületmiş, hediye etti. Uzun uzun gözlerime baktı. Ne demek istediğini anladım. Bana, yeni bir gömlek değil, giydiği bir gömleği vermek istemişti. Ondan bir eşya, o gittiğinde bende kalsın diye arzu etmişti. Belki de kavuk veya cüppe giydirir gibi. Teşekkür ettim; sadece "anladım" dedim. "Anlayacağını biliyorum" dedi.
Hastaydı. Çok hasta. O muhteşem beyni, vücuduna ağır geliyordu. Kendini tüketmek için uğraşıp duruyor, eski toprak vücudu onu çıldırtırcasına direniyordu. Beyni ve vücudu arasındaki iç savaşın sonunda kısmi felç geçirdi. Gitmeyi arzu ederken, böyle kalmak pek ağır geldi ona. Eve kapandı. Kimseyi almadı içeri. Beni eski halimle hatırlayın dedi. Giremedik. Telefonla konuşuyorduk zar zor.
İki yılın sonunda daha fazla devam etmemeye karar vermiş. Doya doya yaşadığı, her seferinde çalım attığı hayata son numarasını yapmış. Mektuplarını yazmış, yanında çalışanlara son maaşlarını zarflara koymuş ve çalımını atmış.
Mekanın cennet olsun Yıldırım Abi.
Kırmızı gömleğin bende.
O yumru da boğazımda durup duruyor.
TBB Başkanı Av. Prof. Dr. Metin Feyzioğlu