Özgecan Aslan’ın hunharca öldürülmesi karşısında toplumun tüm katlarından fışkıran büyük tepki, şu karanlık günlerde ufak da olsa bir tesellidir.
Ancak, önce bağıran, öne atılan sonra düşünen bir toplumda görülen çarpıklıkları, bu olayda da bir kez daha yaşadık.
Tutucu kesimlerde, hep bir tarafa sinmiş, durmakta olan idam özlemi yeniden depreşti.
Bu özlemin bakan düzeyinde bile dile getirilmesi, durumun vahametini artıran bir etken.
Korkarım, pırlanta gibi genç kızımızın böylesine vahşice öldürülmesi karşısında duyulan haklı tepki, hepimizin içinden taşan öfke, idam cezasının ihya edilmesi yönündeki isteklerin yoğunlaşmasına neden olacaktır. Demokrasi yolunda bizden fazla yol almış toplumlarda benzer durumlarda da bu tür gelişmelere tanık olundu.
Toplumsal çılgınlığın ve baskının her türüne doludizgin koşan bir toplum için durum daha da büyük bir tehlike oluşturuyor.
Bu tehlike görmezden gelinemeyeceğinden idam bıkmadan usanmadan tartışılmalıdır.
Yaşananlar ve araştırmalar göstermiştir ki, çağdaş toplumlar için idam cezası
anlamsız bir vahşet olmaktan öteye geçmez.
Tabii çağdaş toplumlardan söz ediyoruz.
Çağdaş toplum derken, bir gerçeği vurgulayarak başlayalım işe:
Demokrasilerde ceza bir intikam aracı değildir.
***
Cezanın intikam olduğu, kısas yönteminin uygulandığı dönemlerde, bu mantıkla insanların ölümüne sebep olmuş hayvanların bile mahkemede yargılanıp, ölüm cezasına çarptırılarak, halkın önünde alenen infaz edildikleri olayların yaşandığı İngiltere’yi “İdam Cezası” adlı eserinde Arthur Koestler ayrıntısıyla anlatır.
Eğer Ceza Hukuku’nun bir intikam aracı olduğu görüşüne hak verirseniz, Koestler’in anlattığı uygulamayı da yadırgamamanız gerekir.
Modern Ceza Hukuku’nda cezanın amacı toplumsal düzeni korumaktır.
Cezanın devlet tarafından verilip infaz edilmesi de bu yüzdendir zaten.
Aksi olmuş olsaydı, cezanın bizzat zarar gören tarafından kesilmesi ve uygulanması gerekirdi ki, durum böyle değildir.
Cezaların toplumu koruması, suçlunun toplum içinden uzaklaştırılması, tehlike oluşmaktan çıkarılmasının yanı sıra, aynı zamanda cezaların caydırıcı niteliğinden de kaynaklanmaktadır.
Modern ceza sistemlerinde cezanın en büyük işlevi bu caydırıcılığıdır.
Az gelişmiş toplumların az gelişmiş kafalarında ise şu saçma yargı yer etmiştir:
Ceza ne kadar ağır olursa, caydırıcılık niteliği de o kadar etkin olur.
Oysa bu tümden yanlış bir görüştür. Yapılan araştırmalar ortaya koymuştur ki, cezaların caydırıcılığı onların ağırlıklarıyla orantılı değildir, mutlaka uygulanabilirlik gibi başka etkenler daha önemli rol oynamaktadırlar.
***
Demek oluyor ki, ölüm cezasının caydırıcılığı diğer cezalardan daha fazla değildir.
Zaten ölüm cezalarının infaz şekli de onun ibret olacağını savunanlara hak verir biçimde yapılmasını gerektirirken hiç de öyle olmamaktadır.
Gerçekten de eğer ibret olması isteniyorsa, idam cezaları, o zaman bunu uygulayan ülkelerde, neden meydanlarda, herkesin gözü önünde yapılmıyor, hatta televizyonlardan naklen yayımlanmıyor?
Bu çelişkiyi “La Peine Capitale” adlı eserinde çok çarpıcı biçimde ele alır Albert Camus.
Kaldı ki, ölüm cezalarının kentin ana meydanında herkesin gözü önünde alenen infaz edildiği dönemlerle ilgili olarak da çok ilginç bir olguyu nakleder Arthur Koestler.
Koestler’in belirttiğine göre, bir zamanlar yankesicilik suçunun cezasının idam olduğu İngiltere’de, yankesicilik suçlarının en sık işlendiği yerler ve anlar da infaz olayları sırasında, infazın gerçekleştiği meydanlar olmaktaymış.
Yapılan araştırmaların hepsi, idamın diğer cezalardan daha caydırıcı olmadığını ortaya koymuştur.
İdam cezası anlamsız bir vahşetten öte bir şey değildir.
Çok şükür ki, çok büyük acısına karşın, bu gerçeği gören Özgecan’ın babası Mehmet Aslan gibi insanlarımız da var.