Küresel Ceza Hukuku Uluslararası Ceza Mahkemesi
Dünya giderek küçülmektedir. Gelişmiş iletişim ve bilişim araçları her türlü gelişmeyi anında öğrenmemize ve izlememize olanak sağlamaktadırlar. Kitleler bilişim ağları üzerinden iletişim kurabilmekte ve sosyal paylaşım sitelerinde ortak küresel bir anlayışın temelleri atılmaktadır. Neredeyse ulusal sınırları aşan ve evrensel değerler üzerinde yeni bir sosyal yapılanma gelişmektedir[1].
Bu anlamda hukuk da ulusal sınırların dışına çıkarak bölgesel ve küresel boyutta yeni bir içerik kazanmaktadır. Bu bağlamda hukuk bilimi ve hukukun uygulanması anlamındaki gelişmelerin de yakından izlenmesi ve tartışılması gerekmektedir.
II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve savaş suçlularını yargılayan mahkemeler, geleceğe yönelik ortak bir ceza hukuku anlayışının ilk işareti olmuşturlar[2]. Bu mahkemelerin yargılamaya esas olan ilkeleri ve suç tanımlamaları, 1950 yılında Birleşmiş Milletler Uluslararası Hukuk Komisyonu tarafından da benimsenmiştir[3].
Ancak, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan mahkemeler, anılan suç türlerinin etkin ve yaygın olarak görülmeye devam etmesi bakımından caydırıcı bir etki ortaya çıkarmamıştır. Geride kalan 20 yıl içerisinde özellikle Yugoslavya’da ve Ruanda’da sistemli ve kapsamlı şekilde insana yönelik kitlesel boyutta suçlar işlenmiştir. Bu gelişmeler bir yandan uluslararası toplumun bu suçların cezalandırılması bakımından harekete geçmesine, diğer yandan da bu suçlara bakacak kalıcı bir mahkemenin kurulması çabalarının yoğunluk kazanmasına neden olmuştur.
1991-1995 yılları arasında Yugoslavya’nın dağılma sürecinde yaşanan insanlık dışı olaylar, artık yaşanmaz denilen bu tür yüz kızartıcı olayların Avrupa’nın hemen yanı başında yaşanabileceğinin de kötü bir örneği olarak belleklerde iz bırakmıştır. 1993 yılında BM, Karar No:827 ile “Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi”nin (YUCM) kurulmasına karar vermiştir[4].
1994 yılında Ruanda’da yaşanan insanlık adına yüz kızartıcı olaylar ise uluslararası toplumu bir kez daha harekete geçirmiştir. 1994 yılında BM, Karar No:955 ile bu kez “Raunda Uluslararası Ceza Mahkemesi”nin (RUCM) kurulmasına karar vermiştir[5].
Yakın geçmişte yaşanan bu iki önemli insanlık ayıbı, uzun yıllardır tartışılan kalıcı bir Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) kurulması çalışmalarına da hız kazandırmıştır. Uluslararası toplum, sürekli bir ceza mahkemesinin yargılama alanı içerisine girebilecek suçların tanımı ve kapsamı konusunu 50 yıl tartışmıştır. Uzun süren görüşmeler sonunda uzlaşma sağlanmış ve 1998 yılında “Roma Statüsü” kabul edilmiştir[6]. UCM 2002 yılından itibaren çalışmaya başlamıştır[7].
UCM doğrudan BM bağlantılı değildir. Ancak, “Roma Statüsü” “Temsilciler Meclisi” tarafından alınacak bir karar sonrasında UCM’nin BM ile uyum içerisinde çalışacağına işaret etmektedir. UCM, halen BM ile işbirliği içerisinde çalışmalarını devam ettirmektedir.
Sonuç olarak, küresel boyutta seçilmiş ve tanımlanmış suçlara bakacak bir mahkemenin varlığı artık tartışılır olmaktan çıkmış ve de işlerlik kazanmış bulunmaktadır.
Ancak, devletlerin konuya yaklaşımının aynı olduğunu söylemek olanaklı değildir. “Roma Statüsü” demokratik ve gelişmiş ülkeler ile sömürge süreci yaşamış az gelişmiş ülkelerin ilgisini daha çok çekmiştir[8]. Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesinde uzun yıllardır tek parti/tek kişi tarafından yönetilen ülkelerin bu gelişmeye çok ilgi göstermedikleri hususu ise ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur.
ABD uzun yıllar bu sürece destek vermiştir. Ancak, sonuç aşamasında desteğini geri çekme ihtiyacı duymuştur[9].
UCM artık bir gerçektir. Çalışmaya başlamıştır. Mahkeme’nin varlığının dünyada demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü konularında ilerlemeye katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Ancak, dünyanın kısa sürede bir şekil alacağı da düşünülmemelidir.
UCM, 2002 yılından başlayarak uluslararası alanda yaşanan, yetkili olduğu ve kendi yargı alanına giren suç tipleri ile ilgilenmeye başlamıştır[10]. Başvurular, soruşturmalar ve yargılamalar tümüyle Afrika’daki olaylarla ilgilidir. Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da yaşanan “Arap Baharı” ise önümüzdeki süreçte UCM’nin ilgisinin bu istikamette yoğunluk kazanacağına işaret etmektedir. Nitekim UCM Savcısı Libya ile ilgili soruşturmasını tamamlamış ve “İnsanlığa Karşı Suç” suçlaması ile sorumluların tutuklanmasını talep etmiştir[11].
Bölgedeki gelişmeler dikkate alındığında Suriye için de benzer bir sürecin yaşanabileceği anlaşılmaktadır.
UCM’nin etkinliğinin ve caydırıcılığının sağlanması, hakkında soruşturma ve kovuşturma kararı verilen kişilerin bulundukları ülkelerde yakalanarak mahkemeye sevk edilebilme iradesine bağlı bulunmaktadır. Bu noktada ülkelerde egemen olan siyasi irade belirleyici olmaktadır. Bu nedenle de daha önce “Yugoslavya İnsan Hakları Mahkemesi” tarafından haklarında tutuklama kararı verilen kişilerin yıllar sonra ve bir iktidar değişikliği sonrasında yakalanabilmeleri önemli bir gelişme olarak algılanmalıdır[12].
Bütün bu gelişmeler ışığında üzerinde durulması gereken husus dünyanın 50 yıl öncesine göre farklı bir noktada olduğu gerçeğidir. Genel anlamda hiçbir devlet “egemenlik” kavramı çerçevesinde ülke içi ve ülke dışı konularda dilediği gibi hareket edemeyecektir. Özel anlamda ise yine hiçbir devlet “anayasa” ve “iç hukuk” düzenlemelerini gerekçe göstererek insanlara yönelik sınırsız, ölçüsüz uygulamalar içerisine giremeyecektir.
“Arap Baharı” olarak tanımlanan hareket demokrasi dışı, insan haklarına saygılı olmayan ve hukuka değer vermeyen sistemlerin devam edemeyeceğinin ön işareti olarak algılanmalıdır.
İletişim ve bilişim olanakları küresel boyutta kitleler arasında bir tanışma ve dayanışma ortamının gelişmesine katkı sağlamıştır. Sosyal paylaşım siteleri üzerinde değişik uluslardan, değişik etnik topluluklardan, değişik renklerden ve değişik inançlardan insanlar evrensel/küresel değerler istikametinde ortak görüşleri paylaşabilmektedirler.
Hukuk alanında da küresel bir hareket gözlenmektedir. Bu hareketin gelecekte daha kapsamlı ve bağlayıcı bir karakter kazanabileceği düşünülmektedir.
Bu bağlamda “Ceza Hukuku” alanında da küresel boyutta bir adım atılmış olduğu, önemli gelişmelere yol açabileceği ve sonuçlar ortaya koyabileceği gerçeği göz ardı edilmemelidir.
Öyle anlaşılmaktadır ki; gelecek yıllarda hukuk alanındaki bu sürecin özendirilmesi, yaygın ve etkin kılınması ya da yavaşlatılması ve etkisiz kılınması çabalarına tanık olunabilecektir.
Av.Reha Taşkesen
Ankara, 28.5.2011
[1] İki konu bu yazıyı yazmama neden oldu. Birincisi Uluslararası Ceza Mahkemesi Savcısı tarafından hazırlanan ve Libya lideri Muammer Kaddafi’nin tutuklanmasını öngören müzekkeredir. İkincisi ise, yakın zamanda okuduğum bir dergide rastladığım “
netizen”(ağ vatandaşlığı) sözcüğüdür. Bu sözcük”
citizen”(vatandaş) sözcüğünden esinlenerek üretilmiş yeni bir sözcük. Dünyanın ne noktaya geldiğini ve buradan da nereye gideceğini iyi anlamamız gerekiyor (RT).
[2] Nüremberg Askeri Ceza Mahkemesi (Military Criminal Court of Nuremberg), 1943 Moskova Deklarasyonu ve 1945 Londra Sözleşmesi esaslarına göre kurulmuş kendine özgü “Usul ve Karar” anlayışı olan Uluslararası Ceza Mahkemesi’dir. Tokyo Askeri Ceza Mahkemesi (Tokyo Military Tribunal) ise, 1946 yılında Müttefik Kuvvetler Yüksek Komutanlığı tarafından yayımlanan bir özel bildiri ile kurulmuş, Nüremberg Mahkemesi “Usul ve Karar” anlayışı istikametinde çalışmalarını yürütmüş Uluslararası Ceza Mahkemesi’dir.
[3] Avukat Dr. Alia Yılmaz, Uluslararası Ceza Hukuku, s.143,148.
1950 yılında BM Uluslararası Hukuk Komisyonu tarafından Karar No:82 ile kabul edilen “Nüremberg Mahkemesi ve Yargılama Tüzüğü”nde yer alan ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kuruluş ve yargılama usulleri bakımından da önem arz eden ilkeler: 1.Uluslararası hukuk tarafından suç kabul edilen bir eylemi gerçekleştiren şahıs sorumludur ve yargılanmaya ehildir, 2.İç hukukun suç saymadığı, uluslararası hukukun suç saydığı bir eylemi gerçekleştiren şahıs sorumludur ve yargılanmaya ehildir, 3.Devlet başkanı ya da bir kamu görevlisi tarafından verilen talimat ile hareket eden ve suç sayılan bir eylemi gerçekleştiren şahsın sorumluluğu ortadan kalkmaz, 4.Hükümet ya da bir yetkili tarafından verilen talimata göre hareket eden şahsın uluslararası hukukun öngördüğü ahlaki seçim esasına göre sorumluluğu ortadan kalkmaz, 5.Uluslararası hukukun öngördüğü bir suçla suçlanan şahıs adil yargılanma hakkına sahip bulunmaktadır, 6.Burada sıralanan suçlar uluslar arası hukukun öngördüğü ve yargılamaya esas olabilecek suçlardır: a.Barışa Karşı Suçlar, b.Savaş Suçları, c.İnsanlığa Karşı Suçlar, 7. İlke 6 olarak düzenlenen barışa karşı suça, savaş suçuna, insanlığa karşı suça iştirak da, uluslararası hukuk bakımından suç teşkil etmektedir.
[4] Eski Yugoslavya topraklarında 1991-1995 yılları arasında yaşanan olaylar kara bir leke olarak insanlık tarihine geçmiştir. Bu yıllar arasında 100.000 kadar insanın öldüğü ve kayıp olduğu kayıtlara geçmiş bulunmaktadır. 2,5 milyon kadar insan ise yer değiştirmek zorunda kalmıştır. 1993 yılında BM tarafından “Güvenli Bölge” (Safe Haven) olarak ilan edilen Srebrenica’da ise acımasız bir soykırım yaşanmıştır. 8372 Bosnalı Müslüman sadece etnik kimlikleri nedeni ile öldürülmüşlerdir. 2004 yılındaki anma töreni sırasında YUCM Başkanı, “Bosnalı Müslümanların bir kısmını yok etmek için Bosnalı Sırp Kuvvetler soykırım uygulamışlardır. Srebrenica’da yaşayan ve buradan uzaklaştırılmak istenen 40.000 Bosnalı Müsüman hedef alınmıştır. Onlar (Bosnalı Sırplar) asker ve sivil, yaşlı ve genç ayırt etmeden erkek Müslüman tutukluları kimliklerini de alarak kasıtlı ve sistemli bir şekilde ve sadece etnik kimlikleri nedeniyle öldürmüşlerdir.”
Thedor Meron, Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi Başkanı, Potocari Anıt Mezarı, 23.6.2004, ICTY President Theodor Meron, Potocari Memorial Cemetery, “By seeking to eliminate a part of the Bosnian Muslims, the Bosnian Serb forces committed genocide. They targeted for extinction the 40,000 Bosnian Muslims living in Srebrenica, a group which was emblematic of the Bosnian Muslims in general. They stripped all the male Muslim prisoners, military and civilian, elderly and young, of their personal belongings and identification, and deliberately and methodically killed them solely on the basis of their identity
[5] Bir Orta Afrika Cumhuriyeti olan Ruanda nüfusunun (11 milyon, %57 Katolik, %26 Protestan, %11 Adventist, %5 Müslüman) %85 kadarı Hutu, %15 kadarı ise Tutsi’dir. 19.yy sonlarından itibaren Önce Almanya’nın ve sonra da Belçika’nın sömürgesi olan Ruanda’da Tutsi egemenliği desteklenmiştir. 1962 yılında Hutu çoğunluk bağımsız bir devlet kurmuştur. 1990 yılında Tutsi Ruanda Yurtsever Cephesi bir iç savaşın başlamasına neden olmuştur. 1994 yılında ise 100 gün içerisinde 800.000 (nüfusun %10’u) kadar Tutsi ve ılımlı Hutu soykırıma maruz kalmıştır.
Roma Statüsü Ekim 2010 ayı itibariyle 114 ülke (31 Afrika, 15 Asya, 15 Doğu Avrupa, 25 Güney Amerika, 25 Batı Avrupa ve diğer) tarafından imzalanmıştır.
[7] Roma Statüsü (Rome Statute), Yargılama yetkisi içerisine giren suçlar dört başlık altında tanımlanmıştır (m.5). Soykırım Suçu, İnsanlığa Karşı Suçlar, Savaş Suçları, Saldırı Suçları (The Crime of Genocide, Crimes Against Humanity, War Crimes, The Crime of Aggression) adı altında toplanan suçlar, Saldırı Suçları hariç sonraki maddelerde geniş şekilde açıklanmıştır (m.6-8). “Saldırı Suçları” henüz tanımlanmamıştır ve “Roma Statüsü”ne daha sonra dahil edilecektir.
Üye ülkelerin “BM Bölgesel Ülke Grupları” (UN Regional Groups) ile karşılaştırılması sonucunda; katılımın Afrika’da %58 (53/31), Asya’da %28 (53/15), Doğu Avrupa’da %65 (23/15), Güney Amerika’da %75 (33/25), Batı Avrupa ve Diğerleri Grubu’nda ise %90 (28/25) olduğu görülmektedir. Batı Avrupa ve Diğerleri Grubu’nda imza koymayan üç ülke İsrail, Monako ve Türkiye’dir.
[9] Niçin ABD UCM Roma Statüsü’ne İmza Koymadı, Bentley Universitesi, Boston/ABD, 31.5.2004 (Why the United States “Unsigned” the ICC’s Rome Statute), ABD, birçok (üçüncü dünya) ülkeye siyasi, askeri ve maddi destek vermektedir. 100’ün üzerinde ülkede insani yardım faaliyeti yürütmektedir. Soruşturma kaygısı ile bu desteği verme konusunda isteksiz davranabilir. Suçlar değişik şekilde yorumlanarak ve belgeye dahil edildikten sonra “Saldırı Suçları” ABD’ye karşı kullanılabilir. Bu bakımdan ABD, UCM’nin barışa katkı yapmayacağına inanmaktadır. ABD’nin onay vermesi durumunda UCM, ABD’de yaşayan ABD vatandaşlarının da gözaltına alınması, soruşturulması ve yargılanması yetkisine sahip olacaktır ki; bu husus ABD Anayasası’na aykırıdır. ABD’nin UCM’ne onay vermesi durumunda haksız şekilde bir hedef ülke durumuna düşecektir. Teröre Karşı Savaş/Irak’ta Savaş nedeniyle UCM’ne intikal eden 100’ün üzerinde ABD’ye yönelik suçlama bulunmaktadır. Bunlardan 70 kadarının ABD toprakları üzerinde işlendiği iddia edilmektedir…ABD, Amerikan vatandaşlarının UCM’de yargılanmasının önünü kesmek için devletlerle “İkili Dokunulmazlık Anlaşması” ya da “Madde:98 Antlaşması” (Bilateral Immunity Aggrement-BIA or Article 98 Aggrement) imzalama yoluna gitmektedir. 100’ün üzerinde ülke ile anlaşma imzalanmıştır.
“Roma Statüsü”ne göre UCM Savcısı üye bir devletin başvurusu, BM Güvenlik Konseyi’nin talebi üzerine ya da mahkeme süreci içerisinde (ön soruşturma/pre-trail investigation) bireylerin, teşkilatların açıklamalarını dikkate alarak kendiliğinden (proprio motu) soruşturma başlatabilir. Bu güne değin üç üye devletin (Uganda, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Orta Afrika Cumhuriyeti) başvurusu, BM Güvenlik Konseyi’nin bir talebi (Darfur/Sudan) üzerine ve yapılan ön soruşturma sonucu Savcı tarafından (proprio motu) başlatılan bir süreç (Kenya) olmak üzere UCM’de 5 soruşturma ve kovuşturma devam etmektedir.
[11]UCM, Basın Bildirisi, 16.5.2011, UCM Savcısı Luis Moreno-Ocampo UCM’den Libya’da Şubat 2011 ayından bu yana haklarında “İnsanlığa Karşı Suç” işledikleri konusunda kanaat oluşan Muammer Abu Minya Gaddafi, Saif Al Islam Gaddafi ve İstihbarat Başkanı Abdullah Al Sanousi’nin tutuklanmasını talep etmiştir.
BM, 26.2.2011 tarihinde oybirliği ile alınan karar ile UCM’ne başvurmuş ve Libya Arap Cumhuriyeti’ndeki durumu Mahkeme’nin dikkatine getirmiştir. Savcı, 3.3.2011 tarihinde soruşturma başlatılmasına karar vermiş ve bu nedenle de I. Ön Soruşturma Heyeti’ni görevlendirmiştir.
[12] Cumhuriyet, 28.5.2011, s.12, Boris Tadiç’in 2008 yılında Sırbistan Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra Sırbistan’ın aranan suçlulara yönelik tutumunda değişiklik olmuştur. Sırbistan Gizli Servis Başkanı’nın değiştirilmesinden iki gün sonra Radovan Karaciç yakalanmıştır. Yine 16 yıldır aranan Ratko Mladiç’in ise 26.5.2011 tarihinde yakalandığı açıklanmıştır.
Hits: 3024