FİLİSTİN TOPRAKLARI III
Okuyucuya Not: Temmuz 2014 ayı içerisinde İsrail’in Gazze bölgesine başlattığı harekat sadece kayıpları ve yıkımları bakımından değil siyasi sonuçları bakımından da önem arz etmiştir. O günlerde başlayan çalışmalarım çalışma hayatımızın da yoğunluğu bakımından yeni sonuçlanmış ve okuyucularımızın istifadesine sunulmuştur. Kopyalanamaz ve çoğaltılamaz. Kaynak gösterilmek suretiyle alıntı yapılabilir.
FİLİSTİN TOPRAKLARI (III)
“
Filistin ile vedalaşıyor muydu, Mustafa Kemal Paşa? Döndü, atının yelesini okşadı. Atını Şeria’nın sularına sürdü1.”
Mevcut Durum:
Bölgedeki koşullar İsrail lehine gelişme kaydetmiştir. Ancak, İsrail tarafından Filistinlilere yönelik baskı, tecrit ve tehdit politikası ile orantısız güç kullanımı uluslararası toplumun tahammül sınırlarının ötesine geçmiştir. İsrail’in kutsal mekanlara yönelik saygı sınırını aşan uygulamaları diğer dinlere mensup nüfus tarafından tepki ile karşılanmıştır/karşılanmaya devam etmektedir.
Filistinliler bölünmüş ve Filistin toprakları (İşgal Edilmiş Filistin Toprakları) üzerinde iki ayrı yönetim (Hamas Yönetimi ve Fatah Yönetimi) kurulmuştur. Özellikle Hamas kontrolündeki Gazze Şeridi’nden İsrail yerleşim bölgelerine yönelik (füze) ve Yahudilere yönelik terör saldırıları İsrail Devleti’nin tepki vermesine neden olmuştur/olmaktadır. Müzakere masasında bir bütün olarak temsil edilebilme özelliği ortadan kalkmıştır.
Başlangıçta “Arap Baharı” adı verilen süreç düşünüldüğü gibi Arap ülkelerine barış, huzur ve istikrar kazandırmamış ve bu gelişmeden bölgedeki ülkeler de olumsuz yönde etkilenmiştir.
Mısır önemli siyasi, sosyal karışıklıklar yaşamış ve ancak Askeri Yönetim ile kontrol edilebilir istikrarsız bir noktaya gelmiştir. 1967 yılında İsrail tarafından işgal edilen Gazze Şeridi üzerinde halen Hamas kontrolünde bir Filistin Yönetimi bulunmaktadır.
Suriye önemli bir etnik ve dini ayrışma yaşamış ve nüfusun %30 kadarı iç ve dış hatlara göç etmek zorunda kalmıştır. Ülke parçalanmış, kamu düzeni ortadan kalkmış ve ülke “Çökmüş Ülke” (Collapsed State) noktasına gelmiştir. Ülke topraklarının bir kısmı üzerinde Irak topraklarının da bir kısmını kapsayan bir devlet kurulmuştur2.
Irak savaş sonrasında seçim yaparak yeni bir başlangıç yapmış, ancak etnik ve dini ayrımcılık/ayrışma nedeni ile ülkenin yönetiminde zafiyet ortaya çıkmıştır. Ülke “Yönetilemeyen Ülke” (Failed State) noktasına gelmiştir. Ülke topraklarının bir kısmı üzerinde Suriye topraklarının da bir kısmını kapsayan bir devlet kurulmuştur.
Ürdün ve Lübnan ise mevcut durumlarını idame ettirme gayreti içerisindedirler. Uluslararası ve bölge koşullarını dikkate alarak varlıklarını sürdürmektedirler.
Lübnan uzun yıllar Suriye’nin tahakkümü altında yaşamıştır3.
Ürdün ise topraklarının bir kısmının (Batı Yakası/West Bank) işgal edilmesini önleyememiştir4.
Her iki ülke de gerek Filistin-İsrail ve gerekse Suriye sorunlarına bağlı olarak bu ülkelerdeki istikrarsızlık nedeniyle önemli göç almışlardır5.
Kuşkusuz soruna çözüm çalışmaları devam etmektedir. Bu çerçevede yakın zamanlı olarak yeni bir “arabulucu mekanizma” oluşturulmuştur. “Ortadoğu Dörtlüsü” olarak adlandırılan bu çalışma grubu katılımcı teşkilat ve ülkeler bakımından önem arz etmektedir. BM ve AB bakımından uluslararası ve uluslarüstü bir karakter taşımaktadır. ABD ve RF ise başlangıçtan itibaren sorunun ve sürecin takipçisi olarak dikkat çekmektedirler6.
Ancak, 2002 yılından itibaren başlayan ve 2013 yılı sonuna kadar devam eden görüşmelerden (56 toplantı) bir sonuç alınamamıştır.
“Ortadoğu Dörtlüsü” adını taşıyan bu grubun çalışmaları başta BM olmak üzere katılımcıları bakımından gelecekteki süreç bakımından da dikkate alınmalıdır.
Türkiye’nin Yaklaşımı:
Türkiye başlangıçtan itibaren uluslararası toplum ile birlikte hareket etmiştir. BM Genel Kurulu’nun 1947 yılındaki Karar No:181’e onay vermemesine rağmen 1948 yılında İsrail Devleti’ni tanımıştır. Daha sonraki süreçte de bir yandan İsrail Devleti ile ilişkilerini geliştirmek suretiyle belli bir düzeyde muhafaza ederken, diğer yandan da Filistinlilerin haklarının savunması anlamında üzerine düşeni de yapmıştır.
BMGK tarafından 1967 ve 1973 savaşları sonrasında alınan ve İsrail tarafından “İşgal Edilmiş Filistin Topraklarının” tahliyesine ilişkin 242 ve 338 sayılı kararlara destek vermiştir. Yine GK tarafından alınan 1397 ve 1315 sayılı kararları da destekleyen bir ülke olmuştur7.
Bu kararlar bir “Filistin Devleti” kurulmasını öngören kararlar olması ve uluslararası toplum bakımından sorunun çözümüne yönelik hukuksal zemin oluşturmaları bakımından da özel önem arz etmektedirler.
Yukarıdaki olumlu yaklaşımına ilave olarak, Türkiye geride kalan 10 yıl içerisinde “Filistin Davası” konusunda daha girişimci bir tutum içerisine girmiştir8.
Ancak, gerek geçmişten itibaren yaşanan süreç ve bu sürece dahil uluslararası kurumlar ile bölge dışı devletlerin varlığı, gerekse küresel, bölgesel ve ülkesel koşulların değişiklik arz etmiş olması bakımından Türkiye’nin bu girişimlerinin çok da sıcak karşılandığını söylemek mümkün görülmemektedir.
Türkiye bir yandan sorunun çözümü istikametinde adımlar atarken diğer yandan da dünya kamuoyunda dikkat çeken önemli girişimler başlatmıştır.
Davos’ta İsrail Devlet Başkanı’na tepki vermek (29.01.2009) suretiyle Ortadoğu’da farklı bir siyasi süreç başlatmıştır.
İran’ın nükleer programını desteklemesi (17.05.2010) ve hemen ardından “Mavi Marmara” (Gaza Filotilla) gemisi olayı (31.05.2010) dikkat çekmiştir.
Uluslar Ceza Mahkemesi tarafından hakkında tutuklama kararı bulunan Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’in Türkiye’ye davet etmesi (09.08.2009) ise uluslararası kamuoyu tarafından tepki ile karşılanmıştır.
Suriye’de ve Irak’ta ayrımcılık yaptığı ve uluslararası toplum tarafından “yasak listesinde” bulunan silahlı örgütlere ve/veya diğer örgütlere destek verdiği şeklindeki iddialar nedeniyle de sorgulanır bir noktaya gelmiştir.
Yakın dönemde Türkiye’nin dış politika dönüşümleri “Filistin Davası” için de farklı bir algı yaratmıştır. Daha çok Hamas (Gazze Şeridi) ve/veya bölgedeki örgütler ile irtibat içerisinde olmak suretiyle; başlangıçtan itibaren BM ve diğer uluslararası kurumlar ile devletlerin çalışmalarını boşa çıkaracak ve soruna farklı bir yöntem ile çözüm üretme girişimleri dikkat çekmiştir.
BM ve BMGK yapılanmalarına ve uygulamalarına karşı olma noktasına varan eleştiriler izlemeye alınmıştır.
Ayrıca ve özellikle bütün bu söylem ve eylemlerin bir din eksenine oturtulma gayretleri ise önemli sonuçlar ortaya çıkarabilecek ve en azından bölgede daha da büyük gerginliklere ve güvenlik sorunlarına yol açabilecek girişimler olarak dikkate alınmıştır/alınmaktadır.
Türkiye’nin uluslararası hukuk anlayışı dışına çıkarak sorunlara çözüm üretme girişimlerinin Türkiye’ye fayda sağlamayacağı düşünülmektedir.
Türkiye’nin kendini modern dünyadan soyutlayarak, demokratik ve hukuk devleti anlayışı ile örtüşmeyecek girişimler ile demokratik olmayan bir dünyaya doğru devinim içerisine girmesi tarihine, kültürüne ve Cumhuriyet değerlerine aykırı bir tutum olduğu şeklinde değerlendirilmektedir.
Av. Reha Taşkesen
Hits: 1891