17 Aralık’tan sonraki gelişmeler dilimizden düşürmediğimiz demokrasimiz ne kadar sığmış, hukuk sistemimiz eğilip bükülmeye ne kadar müsaitmiş, bize bunu çok net gösterdi.
17 Aralık yolsuzluk soruşturmasının yıldönümünde; bir yıl içinde pek çok şey yaşadık ama geldiğimiz noktada 17 Aralık iddiaları yargılanamadan kaldı. Hukukun üstünlüğü ve adalete inanan pek çok kişi için bu durum hâlâ çok şaşırtıcı ve kaygı verici.
Öte yandan 17 Aralık’la ilgili konuşmak ve yazmak neredeyse imkânsız hale gelmiş bulunuyor! Ne fezlekelere yasal yoldan ulaşıp içeriğini açıklayabilmek, ne bu konuda cezayı göze almadan haber yapabilmek, ne de yolsuzluğa karşı ciddi bir eleştiri ya da protesto yapabilmek mümkündür artık.
17 Aralık olgusunun kendisi, yolsuzlukla ilgili vahim iddialara ilişkin yargılama yapılamamasından dolayı cezasızlık yaratmış olmasının yanında, ciddi insan hak ve özgürlükleri ihlaline de yol açar hale geldi.
Düşünce özgürlüğü hayal oldu
İnternette halen mevcut birkaç linke girilebilse de, yayın yasaklarından dolayı fezlekelerin içeriğine ulaşım aslında illegal bir nitelikte. Fezlekeler milletin meclisinde milletin vekilleri tarafından bile konuşulamadı. Soruşturma Komisyonu üyesi olan milletvekilleri dahi, fezlekelerin örneğini alamadan soruşturma yapmak zorundalar. Yani fezlekenin içeriği aslında hepimize yasak!
“Fezlekeleri Okumak Hakkımız” diye ısrar eden bir kişiye, Can Dündar hakkında, bu yazısından dolayı en az bir yıl ceza istemiyle dava açıldığını hatırlatmak gerek. Fazıl Say’ın başkasına ait bir tweeti paylaştığı için hapis cezası aldığını da düşünürsek, bu yazıyı okuyup sosyal medyada paylaşan herkes pekâlâ potansiyel suçlu olabilir.
Fezlekelerdeki bilgileri kamuoyuyla paylaşmak ise cesaret gerektiriyor. Hali hazırda 16 gazeteciye bu içerikle ilgili haber yaptığı için dava açılmış durumda. Şaka değil, 5 ay hapis cezası almış olan da var, halen 9 yıl hapis istemiyle yargılanan da. Örneğin, Etiler Polis Okulu’yla ilgili zaten yayımlanıp kamusal hale gelmiş haberleri derleyip özetleyen bir gazeteci, 5 ay hapis cezası aldı.
Hemen her türlü gösterinin artık polis gücü ve gazla dağıtıldığı ülkemizde, gerçekten yolsuzluğu protesto etmek isteyen bir kişi kaldıysa, bu tehlikeli bir hareket artık. Pankart açan bir kişinin yaka paça gözaltına alındığı ve mahkûm olduğunu biliyoruz. Ayrıca protestocunun avukatına da dava açıldı geçen hafta.
Savcılık soruşturmalarına ilişkin getirilen yayın yasaklarından sonra, ilk defa bir Meclis soruşturmasına yayın yasağı getirilmesine de tanık olduk bu süreçte. Halkın bilgi edinme hakkına aykırı olan bu durum, aslında Türkiye’nin 2006’da imzaladığı Birleşmiş Milletler Yolsuzlukla Mücadele Sözleşmesi altındaki temel yükümlülüklerine ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne de aykırı, ama bunları gerçekten dikkate alan var mı acaba?
17 Aralık’la ilgili ne anlatabilirim diye düşündüğümde karşıma çıkan basit tablo bu işte! Düşünce özgürlüğünün hayal olduğu bir yerde yolsuzlukla gerçekten mücadele edebilir misiniz? İnsanlar yolsuzluk gibi yüksek kamu menfaatini ilgilendiren bir konuda seslerini yükseltemez, gazeteler bunları yazamazsa, biz bu sorunla nasıl baş edeceğiz? Bu tabloda ülkemizdeki insanları yolsuzlukla mücadeleye ikna etme gibi bir şansımız gerçekçi olarak var mı? Doğrusu bu soruların yanıtlarını bilmiyorum.
Hukukun üstünlüğü mü, üstünlerin hukuku mu?
17 Aralık’tan sonraki gelişmeler ise dilimizden düşürmediğimiz demokrasimiz ne kadar sığmış, hukuk sistemimiz eğilip bükülmeye ne kadar müsaitmiş, bize bunu çok net gösterdi.
18 Aralık’ta İstanbul Emniyet Müdürü’nün görevden alınmasıyla başlayan süreç, yüzlerce emniyet ve yargı görevlisi için aylarca devam etti. Yeri değiştirilen ve görevden alınanların sayısı 5000’i geçtikten sonra artık takip edemez oldum, şu an tam sayı kaçtır, hiç bilmiyorum. Bu süreçte aklımda kalan olaylardan biri ise kendisine yapıldığı iddia edilen baskıları kabul etmediği için İzmir’den Samsun’a gönderilen savcının “Ben ne cemaatin, ne de başka birisinin savcısıyım, ben Cumhuriyetin savcısıyım” demesi. Onun gibi kaç kişi vardı, bilinmez.
17 Aralık soruşturmasını başlatan savcının, bizzat kendisi hakkında soruşturma başlatılmasına da tanık olduk. Deniz Feneri davası bir sır olup gitmişken, Deniz Feneri savcıları hakkında açılan davalar çoktan bittiği için şaşırtıcı değil bu durum aslında. Bize özgü demokrasimizin nadide özellikleri sadece. Oyun sırasında kuralları değiştirmek anlamına gelen mevzuat değişiklikleri de bir gecede kanunların değiştiği ülkelerden olduğumuzu kesin bir şekilde hatırlattı bize. Adli Kolluk Yönetmeliği, Ceza Kanunu, HSYK, TİB, MİT Kanunu’nda yapılan değişikliklerle, sistem ihtiyaca uygun hale geldi. Anayasa Mahkemesi bu kanunların hepsini bozduysa da ara dönemdeki boşluklar ve hukuka aykırılıklara böylece kapı açılmış oldu.
17 Aralık iddialarının öğrenilmesi ve yargılanması önünde engeller yaratmaya yönelik tüm bu haller bize, hukuk sistemimizin yürütme lehine nasıl kullanılabileceğine ilişkin unutulmaz bir örnek yaşattı. Hukukun üstünlüğüne inanan birçok kişi hâlâ şaşkınlıklar içinde; nasıl oldu ve biz büyük bir yolsuzluk soruşturmasında tek bir kişiyi dahi yargılayamadan bugüne geldik diye düşünen pek çok kişi var.
Türkiye ciddi iddialar taşıyan bir yolsuzluk soruşturmasını yargıya taşıyamadıysa, hukuk sistemi zayıf ve teminatsız olduğu içindir. 17 Aralık’ın yıldönümünü yaşadığımız bugünlerde bu örneği unutmayacak ve unutturmayacaksak eğer, temel hak ve özgürlükler, kuvvetler ayrılığı ve yargının bağımsızlığı gibi ilkelerin altını kalın kalın çizmekte fayda var. Düşünce özgürlüğünün bir hayal, hukukun üstünlüğünün kâğıttan bir kule olduğu herhangi bir yerde, yolsuzluklar her daim baki kalır çünkü.
E. OYA ÖZARSLAN
Uluslararası Şeffaflık Derneği Yönetim Kurulu Başkanı
-
Bu Şûra Kaçın Kurası?
Güncel gündemi özetlemeden 19. Şûra kararları irdelenmez. Bebelere ahlak, torunlara Osmanlıca, vekillere inkılap dayatılırken yeni bir gemicik Malta bandırasıyla vergiden muaf filoya katıldı. Türkiye yolsuzluk algısında hızla yükselirken yolsuzluk soruşturmalarına ilişkin açıklamalar sansürlendi. Saray inşaatının giderleri ile bedelli askerlik gelirlerinin hesabı gözden kaçtı. Doğa katliamları, maden cinayetleri süregidiyor. Güneydoğu’da terörist kol geziyor; Kordon Boyu’nda kız öğrenci makul şüpheli. Ülke bu durumdayken araları açılan iki paralel arasındaki boşluktan hızla yol alan üçüncü bir paralel 19. Şûra’da yine kutsal değerleri rehin aldı. Osmanlıca öğretecekler Tevfik Fikret’i, Farsça öğretecekler Hayyam’ı yasaklayacaklar.
2014 yılında, İstanbul’da otobüs tabelasını, telefon mesajını, ilaç tarifesini okuyamayan anaları, bacıları dert edinen yok. Dedesinin mezar taşını okuyamıyormuş. Mezar taşlarının yüzde 90’ında “Hüvel Baki” yazar. Osmanlıların yüzde 95’i bunu okuyamazdı çünkü okuma bilmiyorlardı. Kaldı ki Sarıkamış’ta, Trablus’ta, Filistin’de, Çanakkale’de, Sakarya’da kefensiz yatan dedelerimizin mezarları mı var? Dil ve alfabe arasında ayrım yapamayan din ve ahlak bezirgânları dedelerimizin mezarlarını hangi ahlaktaki müteahhitlere parselliyorlar? Din ve ahlak eğitimine başlanacaksa masum çocuklardan değil din ve ahlakı gasp ederek elinde ve dilinde rehin tutan dinbazlardan başlamak gerekiyor. Bakara’yı makaraya alan bir ahlakın bu dersi çocuklara dayatması zinhar günahtır. İtibarı özgürlük ve bağımsızlıkta değil de gösterişte, debdebede arayan kindarlar en çok dindarlara azap veriyorlar.
“Şûrada önerilen dersler” sadece içerik belirtici başlıklardır. Eğitsel hedefler içerikle değil; oluşması ve ölçülmesi makbul ve mümkün bilişsel, duyuşsal ve bedensel yeterlikler türünde tanımlanır. Eğitim bu göstergeler ölçüt alınarak tasarlanır, uygulanır ve değerlendirilir.
21. yüzyıl yeterlikleri iletişimde etkinlik, etkileşimde duyarlılık, eleştirel düşünce ve yaratıcı verimlilik vb. niteliklerdir. Bu niteliklerin oluşumunu sağlayacak içerik anadil, evrensel etkinlikte ikinci dil, matematik, fen ve toplum bilimleri, sanat vb. konulardadır. Yani çocuğun çevresinde düşünsel yapı kuracağı malzemelerle keşfedilebilir bir içerik koymak gerekir. Ama ne görüyoruz? Bilim ve teknolojiden sorumlu bir bakan “Fizikçi değil pastacı yetiştirin” diyor. İletişimden sorumlu başka bir bakan “Bulut teknolojisine kafayı takmayın” diyebiliyor. “Devlet”e bakan birisi de “Müslümanlar icat çıkarmazlar” buyuruyor. Bakanların hepsine bakan da “fizik, kimya niye mecburi?” diye soruyor.
Öğrenciler bir sistem bütünlüğü içinde bildirici değil, buldurucu yöntemlerle eğitilirler. Bakarak, dinleyerek değil karıştırarak, kurcalayarak, yaparak, bozarak öğrenirler. Aslında her yaştaki öğrenci için ama özellikle bu yaşlardaki çocuklar için en zararlı yöntem vaaz, nasihat ve tembihtir. Aktarma bilgi, çocuklarda kozmetik bir görüntü bıraksa da arayıcı, bulucu, kavrayıcı kazanımlar sağlayamaz. 21. yüzyılda var olmak ve varlıklı olabilmek için koyma akıllara değil oyma akıllara ihtiyacımız var. Elbette evrensel, ulusal, yerel ve hatta özel bireysel değerlere de okulda yer açılacaktır. Bunlar bütün din ve kültürlerde ortak olan insan ve doğa sevgisi, paylaşımda dürüstlük, hata yaptığında “ben yaptım” diyebilme cesareti, yardımlaşma, dayanışma vb. değerlerdir. Mezheplerin kendilerine özgü ayıp, yasak ve günah anlayışlarının “bilgi” olarak dayatılması ne çocuğa ne de topluma yarar getirir. Şûrada önerilen dersler masum çocuklar için değil malum kadroların istihdamı için dayatılmaktadır. Anlamını bilmediği sözcükleri ezberden seslendiremeyenler günaha yönelirler hurafesiyle kavramsal dil edinimi, buluşçu bilişsel gelişimi, yaşama coşkusunu sekteye uğratmanın bilimsel, kültürel ve ahlaki dayanağı yoktur.
Prof. Dr. ALİ BAYKAL Bahçeşehir Üniversitesi
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/164274/Hukukun_Ustunlugu_K_gittan_Bir_Kuleymis_.html