Hani insanlar tavan arasındaki sandığı indirip karıştırırken orada sararmış mektuplar, eski fotoğraflar bulur ve “bak ne buldum” deyip sevinir ya;
Aynen onun gibi bir şey oldu; ama devir giderek değişiyor tabii..
Ben “Internette gezinirken” eski bir yazımı bulup aynı duyguları yaşadım bu sefer.
Yaklaşık beş-altı yıl kadar önce “Dar alanlarda mülkiyet, geniş topraklarda ziraat” başlıklı bir yazı yazmışım.
Orada özetle şunu anlatıyorum:
Türkiye’deki hızlı nüfus artışı, tarımsal toprakların giderek daralmasına yol açıyor.
Bu daralma sonunda tarlaları küçültüyor. Küçülen tarlalar başta makineleşmeyi kaldıramadığı için de oraları verimli olarak ekilip biçilemiyor, tarımda azalan verimden dolayı toplam üretim düşünce bir yandan gıda maddeleri pahalılaşıyor bir yandan da ithalata başvurmak zorunda kalıyoruz.
Örnek vermişim: Varsayalım ki Güneydoğuda bir adamın 100 dönüm toprağı, 10 da çocuğu var. Kendisi buradan iyi kötü geçinirken, öldüğünde toprağı on çocuğa bölününce kişi başına ancak 10’ar dönüm düşüyor. Bu kadar küçülen bir tarım arazisinde de ne traktör çalıştırılabilir ne de burayı ekip biçmekle geçinilebilir şüphesiz.
Sonuçta çocuklar işsiz, ekonomi üretimsiz kalıyor.
Öneride bulunmuşum:
Diyorum ki, memlekette kısa zamanda toprak meselelerini çözmek, toprak mülkiyetlerini birleştirerek geniş ekim alanları elde etmek mümkün değil ama gelin mülkiyeti olduğu gibi bırakıp üzerindeki tarımı ortaklaştıran modeller kuralım. Böylece tarımsal işletmeler genişlesin, işler büyük ölçekli ve randımanlı hale gelsin, ekonomimiz de tarım ürünlerinde ve gıdada dışa bağımlılıktan kurtulsun.
Bu arada, yazıda bir şeye kısaca dokunup “emeğin emekçiye olan maliyetini de düşürmüş oluruz” demiş ve bunun ayrıntısına ileride girmekten söz etmişim.
O yazıyı bulunca hem eski bir dosta rastlamış gibi sevindim, hem şimdi o sözümü yerine getirme fırsatını buluyorum.
Şimdi gelelim konuya:
Bir ekonomi neden üretemez, üretse de satamaz?
Hani yatırım, teknoloji, girişimcilik ve sermaye diye pek çok unsur da işin içindedir ama bunlar çözümlense bile bu işin kritik noktası “maliyetler”dir.
Bu maliyetlerin başında da “işçilikler” yani “emeğin maliyeti” gelir.
Piyasa ekonomisinde ve hele hele bu küresel ekonomide makineler her yerde makinedir, hammadde her yerde hammaddedir ve fiyatları bellidir de, “işçilikler” ülkeden ülkeye farklılıklar gösterir.
Örneğin Fransa’daki işçilikler artınca yatırımcı alır makinelerini Türkiye’ye kurar, Türkiye’de pahalılaşınca kaldırır Bulgaristan’a ya da Kuzey Afrika’ya, Hindistan’a götürür.
Kendi yatırımcımız da öyle.
Bu ülkede işçilikler artıp maliyetler yükselince yatırımcılarınız ya emeğin daha ucuz olduğu ülkelere kayar ve üretimlerini orada yapar ya da kepenkleri kapatır işi ithalatçılığa döker.
İşte bütün bu olaylarda “işçilik” ücretleri kastedilerek; “ucuza adam bulamıyoruz” “işçilik pahalı” denir ve üretememenin nedeni “işçiliğe ödenen para”ya bağlanır da, işçiliğin neden bu kadar pahalı olduğu yani “işçiliğin işçiye olan maliyeti” ya da “emeğin emekçiye maliyeti” üzerinde pek durulmaz.
Oysa patronun sattığı malın maliyeti işçilik maliyetine bağlıysa, işçinin sattığı emeğin maliyeti de onun kendi geçim maliyetine bağlıdır.
Emeğini satan işçiye ne yiyip ne içtiğini sormadan “sen neden ille de bu paraya çalışmak zorunda olduğunu söylüyorsun” diyebilir miyiz?
*
Türkiye’de üretimsizliğin kısır döngüsünün altında, şüphesiz bazı diğer unsurlar yanında “emeğin emekçiye olan maliyetinin yüksekliği” de yatar.
Başta, yukarıda söylediğimiz tarım topraklarındaki küçülmeler; sonrasında IMF’in “doğrudan destek” yani “tarlanı ekme, sana dönüm başına şu kadar para verelim” dayatması ve hükümetlerimizin uygulaması dolayısıyla bu ülkede tarımsal üretim düşmüşse; bu düşüşten en büyük nasibi gıda maddeleri almışsa ve karnımızı ithal gıda ile doyurmak zorundaysak, artık işçilik ücretleriniz de bir ölçüde dışarıdaki fiyatlara, ithalattaki döviz kuruna bağlanmış demektir.
Somutlaştıralım:
Eskisi kadar buğday üretmeyip ithal mi ediyorsunuz?
İthal buğdaylar fırındaki ekmeğin, o ekmekler işçinin, işçinin gıda harcamaları ise sınai maliyetlerin yükselmesinin başlıca nedenidir.
Ya da tersine düşünün; ve çözüm ortaya çıksın:
Diyelim ki Türkiye’de çiftçiye “sen üretme, ben parasını veririm” politikasından vazgeçtiniz, üretimi desteklediniz, yukarıda anlattığımız gibi devlet öncülüğünde tarım alanlarını birleştirip verimi arttırdınız.
Sonuçta tarımsal gıda fiyatları da tarımsal hammadde fiyatları da ithalattan kurtulduğu gibi iç piyasada daha ucuzlamaz mı?
Hayatı ucuzlayan işçi, refah düzeyi hiç gerilemediği halde sırf artık karnını daha ucuza doyurabildiği için daha düşük ücretle çalışır hale gelmez mi?
Daha düşük işçilikler sanayide daha düşük üretim maliyeti demek değil midir?
Daha düşük üretim maliyeti daha çok üretim, daha çok istihdam değil midir?
Ama maalesef, hep “Türkiye’de işçilik pahalı, bu nedenle üretim yapamıyoruz” denir de, işçiliğin işçiye olan maliyeti gözardı edilir.
Bizce Türkiye tarımsal üretimini yükseltmeyi ihmal ettikçe, birilerinin aklıyla(!) hareket ettikçe, sınai üretimini ve dolayısıyla ekonomisinin gücünü artırma şansını hiçbir zaman yakalayamayacaktır.
Dış ticaret açığı, borçlanma, işsizlikten ve yoksulluk ekonomisi üzerine bina edilmiş siyasetlerden şikayet edip “nereden düştük biz bu duruma?” diyenler, çözüm arayanlar lütfen işe bir de bu açıdan yani “emeğin emekçiye maliyeti” açısından baksınlar.