17 Aralık operasyonunun ardından başlayan süreçte bir yandan siyasi iktidarın yargı kurumuna müdahalesi, buna karşılık yargı organlarının verdiği kararların, yaptığı çıkışların, yayınladığı bildirilerin; devletin, hukukun ve yargının tarafsız olmadığını çok daha fazla gözler önüne serdiği söylenebilir
Can Uğur
Cumhurbaşkanlığı seçimlerimi yaklaşırken politik gündem de giderek ısınıyor. Cumhurbaşkanı adayları vaadlerini dile getirirken seçim meydanlarında en çok konuşulan konuların başında Türkiye'deki yargı ve hukuk sistemi geliyor. Yakın döneme kadar AKP iktidarının açıktan sahiplendiği ve 'Yeni Türkiye'nin demokrasiye giden yolu olarak tanımladığı Ergenekon, Balyoz, KCK ve diğer büyük davalar hakkında 'adil yargılanma hakkının' ortadan kaldırıldığı yönünde kararlar verildi. Davalarla ilgili verilen kararların ardından tutuklu yargılanan isimlerin birçoğu serbest kalırken Başkabak Erdoğan ise serbest kalma kararına rağmen kendisine teşekkür edinmediğinden 'yakındı'. 17-25 Aralık 2013 tarihli büyük yolsuzluk operasyonlarında ise hükümete yakın isimler hakkında ciddi yolsuzluk ve rüşvet iddiaları gündeme geldi. Bakan çocuklarının evlerinden ayakkabı kutularına gizlenmiş milyonlar çıktı ve bazıları gözaltına alındı. Başbakan ve oğluna ait olduğu iddia edilen ses dosyaları ortaya çıktı. Bunlara iktidarın yanıtı ise 'Bize karşı darbe yapılmak isteniyor, hepsiyle hesaplaşacağız' oldu. Peki hukuk devletinde tüm bu yaşananlar ne anlama geliyor? İktidarın hukuku bir hesaplaştırma aracına dönüştürme riskine karşı ne yapmak gerekiyor? Bu soruları insan hakları hukuku alanında çalışma yapan ve geçtiğimiz günlerde Hukuk Devleti (Kökenleri ve Küreselleşme Çağındaki İşlevi) isimli kitabı raflardaki yerini alan Berke Özenç ile konuştuk. Özenç'in değerlendirmesi şöyle:
***
-Bugüne bakacak olursak, son dönemde yaşananların önemli farklılıklar içerdiğini söyleyebiliriz. İlk olarak, devlet şiddetinin hukuki kılıf olmadan uygulandığı kitlelerin sayısında büyük bir artış var. Burada polis şiddetinin Türkiye'nin geneline yayılmasından söz ediyorum ve Gezi direnişinin şekillenmesinde de bunun belirli bir etkisi olduğu söylenebilir. Devletin ve hukukun araçsallığını ortaya koyan bir diğer önemli unsur da, daha önce sıkça dile getirildiği üzere, siyasi hesaplaşmaların yargı eliyle çözülmeye başlanması oldu. Daha önce bu hesaplaşmalar askeri rejimler, olağanüstü haller ya da kontrgerilla vasıtasıyla, büyük ölçüde hukuka bulaştırılmadan gerçekleştiriliyordu.
***
-Ergenekon, Balyoz, KCK, ÇHD ve daha pek çok dava bu yeni sürecin önemli örnekleriydi. Bu davaların bir diğer önem özelliği "ileri demokrasi"ye ulaşmak için demokratik iktidar üzerindeki "vesayet"in kaldırılmasının hedeflendiği iddiasıyla, adil yargılama ilkelerinin yok sayılması oldu. Adil yargılama ilkelerinin ihlali de yeni bir olgu değil, fakat kitlesel nitelikteki davaların kapsamı nedeniyle bu husus Türkiye gündeminin en önemli maddelerinden bir haline geldi. Bu süreçte amaç, araçları meşrulaştırır söylemi gittikçe güçlendi. Hatırlanacağı üzere "usule bu kadar takılmayın, yargılamanın esasını sulandırmayın" iddiası bu dönemde sürekli tekrarlandı. 17 Aralık sonrası güçlenen, 2. İstiklal Savaşı'nın gereği olarak hukukun rafa kaldırılabileceği vurgusu da bu kapsamda değerlendirilebilir. Oysa hukuk devleti vaadinin, bireylerin siyasi iktidar karşısındaki asgari güvencesini sağlayan unsurlar tam da bu usul kurallarıydı.
***
-Böylelikle hukuk kurallarına değil de, siyasi iktidara ve önce cemaatin kontrolünde olan, şimdi de AKP'nin yeniden şekillendirmeye çalıştığı yargı kurumuna güvenilmesi gerektiği telkin edildi. Son günlerde ise özellikle Anayasa Mahkemesi'nin kararlarıyla bu süreçlerdeki tüm usul hukuku ihlalleri tespit edildi. Fakat böylelikle başa dönüldüğünü, yeni bir sayfa açıldığını söylemek de mümkün değil. 17 Aralık operasyonunun ardından başlayan süreçte bir yandan siyasi iktidarın yargı kurumuna müdahalesi, buna karşılık yargı organlarının verdiği kararların, yaptığı çıkışların, yayınladığı bildirilerin; devletin, hukukun ve yargının tarafsız olmadığını çok daha fazla gözler önüne serdiği söylenebilir.
***
-Hukuk kurallarının torba yasalar ile konunun uzmanları tarafından dahi takip edilemez şekilde dönüştürüldüğü, yargı organının çeşitli kademeleri arasında her gün karşılıklı suçlamaların yaşandığı, kolluk güçlerinin kimin kontrolünde olduğunun sürekli tartışıldığı ve tek adam kültünün yüceltildiği günümüz Türkiyesi'nde hukuk devleti vaadinden her geçen gün uzaklaşıldığını kabul etmek gerekiyor. Bu durumun yarattığı baskı ve şiddeti toplumun önemli bir kesimi deneyimliyor ya da fark ediyor. Fakat öte yandan bu gelişmeler, siyasi iktidarın, sahip olduğu en önemli rıza üretme araçlarından birinden vazgeçmesi olarak da okunabilir. Karizmatik bir lider pek çok şeye muktedir olabilir, ama sömürü ve baskı ilişkilerinin sürdürülebilmesi için sistemin ihtiyaç duyduğu istikrarı ve bireylerin rızasını sağlayacak asgari güvenliği sağlamak için süreklilik elzemdir. Türkiye'de son dönemde gözlemlendiği gibi hukuk devleti vaadinin siyasi iktidar tarafından tartışılmaya açılmasıyla birlikte, devletin çıplak şiddetinin yoğunlaşması ve kitleleri mobilize ederek rıza üretecek otoriter bir söylemin güçlenmesi hiç de şaşırtıcı değil. Modern devletin kurucu vaatlerinden biri olan hukuk güvenliğinin ortadan kalktığı böyle bir durumda, örgütlü siyasi mücadelenin önemi hiç kuşku yok ki çok daha fazla hissedilecektir.
***
-Türkiye'de özellikle 2007 yılından bu yana yaşananlar hukuk devleti ilkesi açısından önemli kırılmalara işaret ediyor. Aslında hukuk devletini yalnızca bir ilke olarak da düşünmemek gerekiyor. Bunu aşan bir şekilde hukuk devleti, modern siyasi iktidarın meşru örgütlenme biçimi olarak tanımlanabilir. Azınlıklar, kadınlar, işçiler, farklı cinsel yönelimler; kısacası tüm ezilenler ve sömürülenler, bu "hukuk devleti kurgusu"nda, iktidar sahipleri ile aynı statüye sahiptir ve hukuk karşısında eşittir, kimsenin ayrıcalığı yoktur, devlet gücünü kullananların bile. Yasa önünde eşitlik ilkesinde anayasal düzeyde yansımasını bulan bu varsayım; kapitalist üretim ilişkileri ve toplumsal cinsiyetten kaynaklananlar başta olmak üzere, her türlü baskı ve sömürüyü görünmez kılar.
***
-Hukuk kurallarının herkes için bağlayıcı olmasının yanı sıra hukuk devletinde bireylerin rızasını üretmeye yarayan diğer özellik, beğenilmeyen siyasi iktidarlar gelip geçerken, bu kuralların sağladığı güvencelerin görece istikrarlı ve sürekli olmasıdır. Ayrıca demokratik katılımla oluşturulan hukuk kurallarının genel ve kapsayıcı niteliği sayesinde, yaşanan haksızlık ya da adaletsizliklerin yapısal kökenleri geri planda kalır; çoğu zaman bu kuralların yanlış uygulanması, sorunların kaynağı olarak gözükür. Kısacası hukuk kurallarının herkes için geçerli olduğu hukuk devleti, yönetilenlere, ihtiyaç duydukları asgari güvenliği vaat eder.
***
-Bu açıdan bakıldığında, Türkiye tarihinin hiç bir evresinde hukuk devleti idealine yaklaşıldığı söylenemez. Dönemsel olarak özgürlükçü yasal düzenlemeler hayata geçirilmiş olsa bile, yargılama pratiklerine bakıldığında ayrımcılığın açık örnekleri pek çok toplumsal kesim üzerinde etkisini hissettirmiştir. Buna siyasi iktidarı kullananların ya da bürokrat ve özellikle polislerin işledikleri suçların cezasız kalması da eklenebilir. Son olarak 1970'lerden bu yana olağanüstü mahkemelerin olağanlaştırılması vasıtasıyla, bu ülkede yaşayan pek çok insan, hukuk kurallarının herkes için eşit düzeyde geçerli olmadığını görmüş ve devletin çıplak şiddetine maruz kalmıştır.
birgün