Ahmet Arif’in “Haberin var mı taş duvar…” diye başlayan şiiri ne kadar etkileyicidir değil mi?
Şair, hapishanelerin o soğuk taş duvarlarından dolayı ne içerideki duyguların dışarı sızabildiğini, ne dışarıdaki baharın içeriye ulaşabildiğini haykırır.
Tabii “hapis”hane bu.
Adı üzerinde; bir şeyleri hapsetmek için yapılmış.
Buna karşılık “Midas’ın Kulakları”nda duvarları aşan bir olay anlatılır:
Efsaneye göre zenginliği sınır tanımayan, elini nereye atsa dokunduğu her şey altın olan Kral Midas’ın halkından sakladığı büyük bir çirkinliği vardır:
Zengindir, kraldır ama kulakları aynen bir eşeğin kulaklarıdır.
Sarayındakiler zor da olsa bu sırrı saklıyor olmakla birlikte; dışarıdan gelip onun saçlarını kesen berberi, işi icabı öğrendiği bu sırrı taşımaktan dolayı tarifsiz sıkıntılar içerisindedir.
Artık dayanamadığı bir gün, yüreğini biraz olsun rahatlatabilmek için bu gerçeği dışarıdaki bir su kuyusunun dibine doğru haykırır:
“Kralın kulakları eşşek kulakları!”
“Kralın kulakları eşşek kulakları!”
Efsane bu ya, kuyu o sesi alır, suyunun ulaştığı sazlıklara iletir.
Sazlıklar, esen rüzgarla dalgalandıkça berberin sözlerini adeta bir koro söylüyormuş gibi memleketin her tarafına yayar:
“Midas’ın kulakları eşşek kulakları!”
“Midas’ın kulakları eşşek kulakları!”
*
Düşünürler, demokrasi için “Yönetim biçimleri içinde en az kötü olanıdır” derler ya; mutlaka bir vesileyle duymuşsunuzdur.
Neden acaba? Demokrasi, “özünde” halkın kendi işlerini konuşup-tartışıp karara bağladığı bir yönetim biçimi değil midir?
Gerçi şehirler kalabalıklaşıp konuları hep birlikte yani doğrudan tartışma imkanı kalmamıştır ama, bu işler yine o halkın ve seçtikleri temsilcileri eliyle parlamentolarda, belediye meclislerinde konuşulup karara bağlanmakta değil mi?
Zaten “Parlamento” da “konuşulan yer” anlamına gelmiyor mu?
Peki, halkın kendi konularını konuşup tartışabildiği bir yerde, neden “demokrasi” en kusursuz değil de “en az kötü” yönetim biçimi olsun?
*
Galiba sorun modelde değil, uygulama biçiminde.
Öyle ya; Ahmet Arif’in anlattığı gibi bir dört duvar arasında konuşursanız bakıyorsunuz ki her şey o taş duvarların arasında kalıyor. Onların kalması neyse de, memleketin havası bile içerilere dolamıyor! Dolayısıyla demokrasinin tanımındaki açık açık tartışma işi gerçekleşemiyor.
Oysa Midas’ın efsanesindeki gibi siz o dört duvar arasından çıkıp gerçekleri dağ başındaki bir su kuyusuna bile bağırsanız, sular onları sazlıklara ulaştırıyor, sazlıklar da sen rüzgarlarla birlikte bütün bir ülkeye ve halka…
*
Gelelim günümüze.
En yakınımızdakinden başlayalım:
Belediye meclisleri bir açıdan da “yerel parlamento”lardır değil mi?
Öyle ya, bizim öyle belediyelerimiz ve bu belediyelerin de öyle meclisleri vardır ki; dünyadaki irili ufaklı pek çok devletin, adı “parlamento” olan o milli meclislerini misliyle katlar.
Oralarda konularımız halk adına nasıl konuşulup görüşülüyor acaba biliyor musunuz?
Adeta Ahmet Arif’in anlattığı gibi.
-Efendim, şunun şöyle olmasına!
-Hayır, böyle olmasına!
-Kabul edenler-etmeyenler?
“Oy çokluğuyla kabul edilmiştir!”
Oy çokluğu kimde?
Tabii ki yapılan her oylamada mutlaka iktidar partisinde.
-Peki oy çokluğu olmayan muhalefet partisi orada ne yapar?
Çıkar kürsüye konuşur.
-Kim duyar?
İktidar partisinin üyeleri ve salonun dört duvarı.
Bekleyin ki demokrasinin olmazsa olmazı gerçekleşsin; oradaki tartışmaya halkımız kulak versin, medya duyursun; halkımız tavrını alsın.
Ama nerdeee?
Orada söylenenin yüzde doksanından fazlası maalesef o dört duvar arasında en fazla hoş bir sada olarak kalır ve sadece karşılıklı “söylenmiş” olur.
Dolayısıyla siz oralarda istediğiniz kadar “o elini attığı her şeyi altına çeviren eşşek kulaklı Kral”dan söz edin, maalesef orada söylenen orada kalır; halkımız duyamaz.
*
O zaman ne yapmalı?
Bir ülkede halkı ilgilendiren konular parlamentolarda, meclislerde konuşulduğu, orada karara bağlandığı zaman demokrasi vardır denir ama; orada konuşulanların dışarıdaki halka ne kadar ulaştığına önem verilmezse bu tür bir demokrasi uygulaması, “hamamda şarkı söylemek”ten farklı olabilir mi?
Kendiniz söyler kendiniz dinlersiniz…
Ne konuştum be… diye kendi sesinizi de beğenirsiniz üstelik.
İktidar için neyse ama muhalefet partileri için demokrasi; karşı düşüncelerini dört duvar arasında, karşısındaki iktidar üyelerine anlatmakla değil; o meclislerde konuşulanları ve konuştuğunu halka yansıtmakla anlamını bulur.
Halk ancak o zaman duyar ve eğriyi doğruyu tartar.
Etrafınıza bakarsanız, özellikle yerel yönetimlerde konuşulanların halka aktarılması konusunda büyük bir yetersizlik olduğunu görürsünüz.
“İsteyen gidip öğrenir” derseniz bir şey yapıyor sayılmazsınız.
O zaten olabildiği kadar oluyor ama "yetmiyordur."
Muhalefetin “görevi” de, “çıkarı” da, o dört duvar aralarında konuşulanları olabildiğince halka duyurmaktır, kapalı kapılar arasında “atışmak” değil.
“Medya bizi görmüyor” da mazeret değildir.
Ahmet Arif’in “Hapishane”sinde değilsinizdir
Çıkın açık alanlara anlatın konuşulanları.
Hiçbir şey yapamasanız bile bağırın kuyuların içine doğru; o her tuttuğu altın olan Kral Midas için berberinin yaptığı gibi:
“Kralın kulakları eşşek kulakları!”
“Kralın kulakları eşşek kulakları!”
Medya göstermese, yazmasa bile sular sazlıklara duyurur gerçekleri, o sazlıklar da esen yelle birlikte bütün memlekete…
Sazlara duyurun, sazlar korkmaz söylerler her zaman olduğu gibi.
Olmaz olmaz demeyin, siz taşırın konuşulanları o dört duvarlardan açık alanlara…
Midas efsanesi binlerce yıldan bu güne boşuna taşınmamıştır insanlık tarafından. Mutlaka bir hikmeti vardır.