Yeni(den) 'Üç Tarz-ı Siyaset': Etnik Türkçülük, İslamcılık ve Türkiyelilik

~ 20.06.2014, Yeni Yaklaşımlar ~

Yusuf Akçura, 1904 yılında Kahire’de bir dergide yayımlanan “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesinde Osmanlı Devleti için üç alternatif kimlik siyasetini tartışmıştı: Osmanlı toprakları üzerinde yaşayanları bir arada tutmaya dayalı Osmanlıcılık; Müslüman kimliği üzerinden Osmanlı toprakları dışında da iddiada bulunacak olan İslamcılık ve –Akçura’nın tercihi olarak- etnik Türk kimliğine dayalı, dünyadaki diğer Türklerle de irtibatlı, Türkçülük.

Eski Hıristiyan tebaa ile yaşanan Balkan Harbi (1912-1913) sonrası Osmanlıcılık, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı halifesinin cihat ilanına rağmen ortaya çıkan Arap isyanı (1916-1918) ile de İslamcılık pratik anlamlarını yitirdi. Türkçülük neredeyse tek alternatif gibi kaldı.

Bir asır sonra Türkiye, yeniden bir üç tarz-ı siyaset ile karşı karşıya. Birinci siyaset Kemalizm’in, Türkiye ile sınırladığı ve pan-Türkist yönlerini büyük oranda törpülediği Türkçülük. Devletin seksen yıllık kimlik politikasını belirlemiş olan Türkçülüğün teorisi ciddi olarak yapılmadı ve birçok çelişkiler ortaya çıktı. Türkçülük anayasal olarak toprağa dayalı bir şekilde, “Türkiye’de yaşayan tüm vatandaşlar Türk’tür” ifadesiyle özetlenecek şekilde ele alınsa da, ideolojik söylemi ve siyasi uygulamaları bu ifadeyle bağdaşmayacak derecede etnik vurgular içerdi. Mesela Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 “Türk” devletinin birçoğunun toprakları bugünkü Türkiye ile kesişmiyordu bile, ama onlar yine de “Türk” sayıldı. Bağımsızlıkları sonrası Orta Asya cumhuriyetleri de “Türk” olarak tanımlandı.

Etnik vurgulu Türkçü siyaset çelişkilerine rağmen Türkiye’ye göç etmiş değişik etnik grupları kaynaştırmakta nispeten başarılı oldu. Anketlerde sorulduğunda yaklaşık % 85 oranında bir kesimin kendisini Türk olarak tanımlaması bunun bir göstergesi. Fakat bu siyaset Kürtçe konuşan ve kendisini Kürt olarak tanımlayan kesim üzerinde, Kürtçeyi yasaklama ve Kürtlere baskı uygulama gibi yanlış politikaların da etkisiyle başarısız oldu. Türkiye’yi etnik Türkler ve etnik Kürtler arasında bölme potansiyeli olan bu siyasetin ilerde de devam etmesi çok zor görünüyor.

İkinci siyaset tarzı İslamcılık; Akçura’nın bahsettiğinin muğlak bir versiyonu. Bu siyaset tarzı da sağlam bir teoriden yoksun ve çelişkiler ile malul. Son zamanlarda artan işaretler hem AKP hem de Abdullah Öcalan’ın bu siyasete yöneldiğini gösteriyor. Tayyip Erdoğan, dış politikadan eğitime uzanan bir çizgide daha İslamcı bir arayışa geçmiş durumda ve bu eğilim kimlik siyasetine de yansıyor. “Her tür milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidar” olduklarını deklare etmesi de (18 Şubat 2013) bunun bir göstergesi. Hayrettin Karaman’ın imam-hatiplilerin “ümmetçi” olduklarına dair yazıları da (19 Ocak 2014) bu işaretlerden sayılabilir. Öte yandan Öcalan’ın son bir yılki mesajları Marksist-Leninist çizgiden İslamcılığa sempatik bir yaklaşıma doğru yöneldiğini ortaya koyuyor. Geçtiğimiz ay Diyarbakır’da kendi çağrısıyla toplanan “Kürdistan Demokratik İslam Kongresi”nde “Mümin kardeşlerim” diye başlayan mesajında Öcalan, “Çağdaş İslami ümmetin ‘millet birliğini’ anlamlı buluyorum ama bu asla ‘tek devlet, tek millet, tek bayrak’ zırvalamaları anlamına gelmemektedir.” demekteydi. Beşir Atalay’ın söylediği iddia edilen “Beğenseniz de beğenmeseniz de Kürtlerin lideri Öcalan’dır” (15 Ocak 2014) sözü de aslında “Türklerin lideri Erdoğan, Kürtlerin lideri Öcalan; ortak bağımız İslam” tarzı bir söylemin gelişmekte olduğu izlenimini veriyor. Dahası Türkçülükten İslamcılığa yönelen bir Türkiye’nin daha da büyüyeceği ve Kuzey Irak’ı bünyesine katacağı türünden ütopik iddialar da gündeme gelmekte.

Şahsi kanaatim, muğlak bir İslamcılığa dayalı ikinci tarz siyasetin başarısız olacağı istikametinde. Bu söylemin yol açabileceği yanlışlardan biri Türkiye’nin iki başlı, etnik ve asimetrik bir federal sisteme geçmesidir. Bunun Ankara’dan yönetilen merkeziyetçi bir mekanizma yerine Ankara ve Diyarbakır eksenli iki otoriter merkez doğurma tehlikesi vardır. Bir diğer sakınca olarak İslamcı bir anlayış gayrimüslimleri, Müslüman olup seküler bir hayat tarzı olanları, Sünni olmayan Alevi ve diğer mezhep mensuplarını ve dindar Sünni olsalar da İslamcılığı istemeyenleri dışlayacaktır. İddialara göre ikinci köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilme nedeni hilafeti Memlüklerden alan ve Güneydoğu Anadolu’yu Osmanlı topraklarına katan Yavuz’un Türk-Kürt kardeşliğini hatırlatması. Alevilerin bu isimlendirmeye verdiği tepki, İslamcılık üzerinden Kürt sorununu çözme çabalarının doğurabileceği handikaplara işaret ediyor.

Daha başarılı olabileceğine inandığım üçüncü tarz, Türklüğü bir etnik kimlik olmaktan çıkarıp, vatandaşlık esasına dayalı ortak üst kimlik haline getirmeye dayalı anayasal Türklük siyasetidir. Bu tarz siyasete şu ana kadar en önemli teorik katkıyı Koç Üniversitesi öğretim üyesi siyaset bilimci Şener Aktürk yaptı. Gerek kitaplarında gerekse medyada yer alan yazı ve mülakatlarında Aktürk, dünyanın değişik ülkelerinden örnekler vererek milli kimliklerde anlam değişiminin her zaman mümkün olduğunun altını çiziyor (mesela bkz. Şener Aktürk, “Dünyada Ulusal-Milli Kimlik Tartışmaları ve ‘Türk’ Kimliği Reformu”, Zaman, 19 Mayıs 2013). Türk kavramının etnik kökeni Türkmen, Kürt, Çerkes, Boşnak vs. olan tüm Türk vatandaşlarını kapsayacak şekilde genişletilmesini savunuyor. “Etnik Türk” yerine ısrarla “etnik Türkmen” ifadesini kullanarak “Türk” kelimesini tüm vatandaşları kapsayan, “Amerikalı” tabirine benzer bir şekilde yeniden tanımlıyor.

Türk kelimesinin anlam değişimi konusunda Aktürk kadar iyimser olmayanlar için bir dönem gündeme gelmiş olan “Türkiyelilik” de kullanılabilir. Burada esas olan, milli kimliğin Türkiye içinde herkesi kapsayacak ve Türkiye dışında herkesi dışlayacak (yani efradını cami, ağyarını mani) bir şekilde tanımlanması. Eğer Türkiye’ye anayasal vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk ise Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan kimsenin de Türk olarak tanımlanmaması gerekiyor. Kısacası bu tarz bir kimlik politikası sonucunda Orta Asya’da Türkler var denmeyecek; onlara Türkî denecek veya başka bir isim kullanılacak. Türkiye dış politikasında da etnik unsurlara odaklanmayacak; Irak’taki Türkmenler ve Kürtler arasında bir fark gözetmeyecek. Vatandaşlar her açıdan eşit olacak; etnik Türkmen olanlar etnik Kürt olanları dışlayan bir tavır içine girerlerse bu suç sayılacak.

Anayasal Türklük siyasetini toplumun büyük çoğunluğu kabul eder ve bu bir devlet politikası haline gelirse soya dayalı etnik kimlikler ile vatandaşlığa dayalı milli kimliğin birbirinden farklı kavramlar olduğu vurgulanacak. Devlet okullarının eğitim dili, vatandaşların birbirini anlaması amacıyla, yine Türkçe olacak; ama Kürtçe öğretimi hem devlet okullarında hem de özel okullarda teşvik edilecek. Anadili Kürtçe olmayan birçok Türk de Kürtçeyi okullarda öğrenecek. Bu hem etnik kökeni Kürt olan Türklerin (ya da Türkiyelilerin) kültürlerine saygının göstergesi hem de Türkiye dışında Kürtçe konuşanlarla iletişimin bir yolu olacak. Böylesi bir sistemde devlet daireleri, otobüsler, yollardaki levhalar gibi yerlerde iki dil kullanımı yerel halkın tercihine ve ihtiyaçlarına göre düzenlenir; bu sadece Kürtçeye tanınmış bir statü olmayıp, Arapça gibi başka dillere de yerel halkın isteğine dayalı olarak tanınır. Bir örnek olarak ABD’de eğitim dili İngilizcedir, ama Latin Amerika kökenlilerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde devlet dairelerinde resmi formlardan, yapılan anonslara kadar birçok noktada İspanyolca da kullanılmaktadır. Bu, ABD’nin resmi sloganı olan “e pluribus unum” yani “çokluk içinde birlik” (veya “kesret içinde vahdet”) ifadesinin günlük hayata yansımasıdır.

Bu yeni kimlik yapısı meritokratik (başarı eksenli) ve adem-i merkeziyetçi bir sistem öngörüyor. Başarı eksenli bir sistemde bireyler çalışkanlıkları, aldıkları eğitim ve iş tecrübeleri ile sosyo-ekonomik hayatta yükselirler. Partizanlık, hemşehrilik, mezhep ilişkileri, cemaat/tarikat bağları, aşiret kimliği gibi aidiyetlerin devlette ve hatta özel sektörde iş bulma konusunda etkisi en aza indirilir. Etnik kökeni ne olursa olsun tüm vatandaşlar kendilerini eşit bireyler olarak görürler ve fırsatlardan istifade ederler.

Adem-i merkeziyetten kastım İslamcılığın yol açabileceği iki başlı, etnik bir federalizm kesinlikle değil. Ankara ve Diyarbakır gibi iki otoriter eğilimli merkez yerine küçük idari birimlerin güçleneceği bir sistemi kastediyorum. Bu model Endonezya’da uygulanmış, bölge-altı birimlerin güçlenmesiyle, bağımsızlık talep eden bölgesel yönetimler zayıflamış ve böylece Endonezya’nın parçalanmasının önüne geçilmiştir.

Küçük yerleşim birimlerinin idarecilerinin yetki ve bütçe ile güçlendirilmesiyle hem başarı merkezli, bireysel sistem güçlenir hem de daha katılımcı ve etkili bir idari yapı ortaya çıkar. Böylesi bir sistemde İstanbul’un küçük bir yerleşim birimindeki etnik Kürtler de kendi hayatları hakkında daha çok söz sahibi olur, Van’daki küçük bir yerleşim birimindeki etnik Türkmenler de. Güneydoğu’daki Türkmen, Zaza, Arap kökenli vatandaşlar “Kürdistan”da yaşamaya zorlanmaz, Türkiye’nin diğer bölgelerindeki Kürt kökenli vatandaşlar da kendilerini “Türkistan”da görmez ve birinci sınıf olarak hisseder.

Anayasal Türklük veya Türkiyelilik olarak adlandırabileceğimiz bu kimlik siyaseti ilk başta etnik Türkmenlerin de etnik Kürtlerin de tepkisini çekebilir. Ama üç alternatifi düşününce aralarında en makulü olduğu anlaşılacaktır. Bu siyaseti reddedenler alternatif “milli/üst kimlik” tanımlarını ortaya koymalıdırlar. Türkiye’nin kimlik politikası kapalı kapılar ardında siyasi pazarlıklar ile halledilemeyecek kadar kompleks bir meseledir. Konu üzerinde toplumun tüm kesimlerinin katılımı ile şeffaf ve derinlemesine fikri tartışmalar yapılmalıdır.

*Doç. Dr., San Diego Eyalet Üniversitesi, Siyaset Bilimi Bölümü

 

http://www.zaman.com.tr/yorum_yeniden-uc-tarz-i-siyaset-etnik-turkculuk-islamcilik-ve-turkiyelilik_2225554.html

Hits: 1141