Türkiye’nin istihdam, işçi hakları ve iş güvenliği alanında bir türlü sınıfı geçemediği ayan beyan ortada.
Neden?
-Bakmayın siz TÜİK’in bu ülkede işsiz sayısını yüzde onun altında tutmaya ve geri kalanların iyi kötü bir işi olduğunu göstermeye çalışmasına.
Gelin olaya bir başka açıdan bakalım:
O istatistiklerde bile, bu ülkede en az 25 milyon kişinin günde 4,5 dolarlık “yoksulluk sınırının altında” yaşadığını görüyorsak, bu kadar insanın “ya külliyen işsiz ya da karın doyuracak kadar bir işi” olmadığını da kabul etmemiz gerekir.
Çünkü “bir işi olmak” denen durum; verdiği emeği karşısında en azından karnını doyurabilecek kadar da para kazanıyor olmak değil midir özünde?
Bir düşünsenize; birisine karın doyuracak para vermeden “gel bana çalış” demek istihdam sayılsaydı herhalde dünyanın hiçbir yerinde işsizlik diye bir şey kalmazdı. Salardınız insanları tarlalara taş toplatırdınız, hendek kazdırır sonra da doldurturdunuz günlerce. Salardınız sokaklara oraları süpürtürdünüz, çiçekler ektirtirdiniz ve saire…
Ne karşılığında yapardınız acaba? Diye sorulduğunda:
Buna “Canım birer tas çorba verilir elbet, esas olan insanımıza iş vermektir, yani istihdam”dır denebilir mi?
-İşletmecilikte, “işçilik” her zaman için bordrodaki ücretin dışındaki “sosyal haklar”, “uygun çalışma ortamı” ve” iş güvenliği”nin getirdiği maliyetleri de kapsar.
Dolayısıyla iktidarlar “Bize gelin, işçilik ucuzdur” derken kastedilenler arasında bu bordro dışı konular da vardır. Onlar içeriye “biz bunu kastetmedik” deseler de yabancıların algıladığı “maliyet”in içinde bunların hepsi; yani, “bizde bu işlerin toplamda epeyce ucuza getirildiği acı gerçeği” vardır.
-Bir ülkenin kalkınması genelde “milli gelir”inin yüksekliği ile ölçülür ama o gelir ne olursa olsun, yurttaşlar arasında adilce bir gelir dağılımı olmadığı için bizde o milli gelirden “millete düşen gelir” üç aşağı beş yukarı asgari ücret düzeyindedir. İstatistiklerin “millet”ten saydığı ama neredeyse bir otobüse sığacak kadar kişi olan 25’i görünen, bir o kadarı da görünmeyen dolar milyarderini alın içinden, adam başına gelir hesabını buna göre yapın, durum ortaya çıkacaktır.
-Türkiye, gelir dağılımı çarpıklığıyla birlikte önemli ölçüde kayıtdışı çalışan bir ekonomiye sahiptir.
Kayıtdışılık, kısaca; çalışanların adının da, çalışma karşılığı ödenen ücretlerin de resmi kayıtlarda yer almadığı, dolayısıyla bu konuların devlet açısından “yok hükmünde” olduğu durumdur.
Bir devletin kaydına rastlamadığı işçisinin hukukunu koruması ve olmayan kayıtlara dayanarak o işçi lehine herhangi bir zorlama yapması, hak ve hukukunu koruması mümkün değildir.
kayıt dışılık bir de geniş bir işsizlik ortamındaysa, bu işlerde hak ve hukukun, iş güvenliğinin savunulması hayli zorlaşmaktadır; çünkü arzı yüksek, talebi düşük olan emek kesiminin pazarlık gücü çok düşüktür ve neredeyse yok gibidir, kurumları zayıftır.
Gelelim taşeronluğa.
Bizzat ekonomiyi yönetenlerin ifade ve kabulleriyle bu yarı yarıya kayıt dışılığın gerçek olduğunun kabul edildiği ekonomik düzende; devletle yüz yüze olan, ona iş yapan ya da belli bir büyüklüğe eriştiği için kurumlaşma zorunluluğuyla karşılaşan şirket ya da işletmeler; vermek istedikleri resmi görüntü ile ekonominin gerçekteki işleyişi arasında sıkıştıklarında, her türlü kayıt dışılık ve usulsüzlüğün getirdiği hukuki riski ve olumsuz görüntüyü kendi üzerlerinden atabilmek için genellikle “taşeron”luk modelini “istismar ederler”
-Aslında taşeron işletmeler, hukuken kendilerine hizmet verdikleri (ana) işletmelerden farklı statüde yapılar değildirler. Örneğin otomobil üreten bir firma ürettiği araçların koltuklarını anlaşmalı olduğu bir başka firmaya yaptırıyorsa; bir inşaat müteahhidi binanın kapı-pencere işini anlaşmalı bir firmaya vermişse; bu alt firmaların her biri ana firmanın “taşeron”udur ve aradaki ilişki de o çok konuşulup eleştirilen “taşeronluk” ilişkisidir.
Örnekten kolayca anlaşılacağı gibi “taşeronluk” denen iş, taahhüde giren bir firmaya bir başka firmanın sözleşmeli olarak mal veya hizmet üretmesidir (sub contraction) ve aslında taşeronluk, iyiye de kullanılsa, kötüye de kullanılsa, modern işletmeciliğin olmazsa olmazlarındandır.
Siz taşeron kullanmayalım diye yapılacak işin tamamını bir ana firmanın doğrudan kendisinin yapmasını bekleyemezsiniz. O zaman, yukarıdaki örneğimize göre o otomobil fabrikasının; lastiğini, camını, döşemesini hep kendi bordrosundaki elemanlarıyla yapması; örneğin bir inşaat firmasında da; elektrik işlerini, sıhhi tesisatını, binanın doğramalarını hep ana müteahhidin kendisinin yapmasını istemiş oluruz.
İşte bu haliyle taşeronluk, işin bir kısmının bu konuda ihtisas sahibi olup daha iyi ve daha ucuza mal edene yaptırılması “model”idir.
*
Taşeronluğa karşı mıyız?
Taşeronluk, iş hayatının vazgeçilmez ve akılcı bir uygulaması olduğuna göre, iş kazalarında karşı olunması gereken durum taşeronluk müessesesi midir?
Hayır, asla “taşeronluk modeli” değil; ana firmaların bazı usulsüzlük cezalarından ve risklerden sıyrılmak için denetimsizlikten yararlanarak taşeronluğu “kötüye kullanmaları”, birilerinin de bu işte parmağının olması olayıdır karşı olunması gereken.
Düşünelim:
Taşeron firma bir ana firmaya hizmet verirken kayıt dışı eleman çalıştırıyorsa, buradaki usulsüzlüğün kaynağı acaba (alt) firmanın birine taşeronluk ediyor olması mıdır? Yoksa kendisi de bir firma olduğu halde elemanlarını kayıt dışı çalıştırıyor olması mı?
Tabii ki ki kayıtdışılığın ya da iş güvenliği tedbirleri almamanın birilerine taşeron olup olmamakla bir ilgisi yoktur.
Dolayısıyla, bu gün kamu kurumlarından, belediyelerden en ünlü sanayi kuruluşlarına kadar piyasadaki işletmelerin hemen hepsi gerektiği zaman taşeron çalıştırır. Çalıştırması da ticari, sınai ve idari işleyişin bir gereğidir.
Taşeronluk, bu nedenle hiçbir zaman model olarak göz ardı edilecek, doğrudan karşısında olunacak bir yol değildir.
Karşısında olunacak, itiraz edilecek olan, sadece “taşeronluk üzerinden yapılan istismar”dır.
Eğer taşeron firmalarda bir kayıt dışılık, iş güvenliği zaafı gibi bir “istismar” varsa eleştirilecek olan iki merci vardır:
Bunlardan birincisi, devletin; ana firmada da, taşeron firmada da geçerli olan o kendi koyduğu kurallarını denetlememesidir.
İkincisi; Ana firmaların da, daha fazla kazanmak uğruna her türlü riski, her türlü usulsüzlüğü “taşeronum” dediği alt firmalara bilerek yüklemesi ve kendini aradan sıyırma gayretidir.
Güncel olduğu için kömür madenciliği üzerinden de örnek verelim:
Devletin bir ana firmaya kömür çıkarma işi vermesi, o firmanın da işi başka başka firmalara yaptırmasında yani taşeronluk ilişkisi kurulmasında işlem türü olarak ne hukuken ne ahlaken bir sorun yoktur. Bu olağan bir iş paylaşımıdır.
Ancak ortada, işçinin açıktan çalıştırılması ya da küflü maske verilmesi, gereken güvenlik tedbirlerinin alınmaması gibi sorunlar yaşanıyorsa yani işçiye ve iş hukukuna karşı bir yanlış yapılıyorsa durum değişir:
-Ana firma, bu zaafları taşıyan taşeronu denetlemeden iş veriyorsa, hatta çoğu zaman daha ileri gidip o taşeron firmaları kendi kurdurup örgütlüyor ve dolayısıyla yönetiyorsa, buradaki zaaf ve usulsüzlüklerde baş suçlu kendisidir.
-Maden çıkarmada ana firmayı seçerken belirli kriterler araması gereken devlet ya da herhangi bir kurum, ihaleyi verdiği firmada bu denetlemeyi yapmış ama devreye sonradan giren alt firmaların yani işi verdiği ana firmanın taşeronlarının niteliklerine bakmamışsa, yani iş devirleri sırasında çalışma koşullarını denetim dışı bırakmışsa burada da sorumluluk ilk işi veren devlettedir.
-Üçüncü olarak; İşin kim tarafından alındığı, kimin kimi taşeron olarak çalıştırdığından önce; “işi fiilen yapanın” çalışma hayatının gerektirdiği mevzuat ve usullere uymamasında, tabii ki bunu gerektiği gibi denetlemeyen devletin sorumluluğu vardır.
*
Türkiye’de maalesef her türlü iş kazasında fatura, bu işi doğru yapmayan ile doğru denetlemeyene değil, “taşeronluk sistemi”ne çıkarılmakta, asıl suçlu bilerek ya da bilmeyerek dikkatlerden kaçırılmaktadır..
Örneğin bu maden kazasında da bütün dikkatler ustaca “taşeron sistemine” yani işin hukuki düzenlemesine çıkarılmış ve taşeron sisteminin islahı için iktidar, “derhal” yeni bir yasa çıkarmaya koyulmuştur. Oysa bu olayda yapılan yanlış, asla bir “iş paylaşım modeli” olan “taşeronluğun” yani hukukunun kabahati değil; müteahhit firmanın da, taşeronunun da, ve denetleme görevi dolayısıyla devletin işveren kurumunun da sorumlu olduğu “uygulama” yanlışıdır.
Toparlayacak olursak:
-Türkiye maalesef bu günkü görünümüyle her türlü vahşi kapitalist uygulamalara imkan veren bir ekonomiye sahiptir.
-Bu yapı, kendisine uygun bir siyasi yapıyı; o siyasi yapı da kendine uygun kurum ve kuralları beslemektedir.
-Bir üretim ilişkisinde alt alta beş tane taşeron şirket bile olsa, şimdi usulsüzlüğü ileri sürülen konularda ana şirket de, örneğimizdeki beşinci sıradaki taşeron da işin görülmesi ile ilgili uygulamalarda aynı sorumluluğu taşırlar.
-Sadece “Taşeronluğa hayır” kampanyaları gerçek suçlunun gözden kaçırılmasına yol açar.
-Soma olayında ve bu tür olaylarda, devlet, belediye, kurum ve her türlü işveren her şeyden önce; kendisinden işi (ihaleyi) alanı değil, fiilen işi yapacak olanı iyi incelemeli, dikkatle seçmeli, denetlemeli, izlemeli ve sorumlu tutmalıdır. “Ben bu işi sana verdim, sen kime ve hangi koşullarda devredersen devret” biçimindeki taşeronluk ilişkilerine fırsat vermek, herkesten önce o işi ana müteahhide verenin yani devletin sorumluluğunu gerektirir. Bu gibi yüksek iş güvenliği hassasiyeti gerektiren işlerde işi veren devletin, o işi verirken mutlaka işin fiilen nasıl ve kimlerce yapılacağını sorması, izlemesi ve denetlemesi gerekirdi.
Bu olayda ana firma şimdi maalesef bu işi taşeronun yaptığını söyleyecek ve sorumluluktan kaçınmanın yollarını arayacaktır.
-Taşeronlar bazen doğrudan devlet, belediye tarafından da kullanılır. Özellikle ihtisas işlerinde ve 12 aydan kısa süreli işlerde doğrudan çalıştırma anlamsız olduğu ya da pahalıya geldiği için doğrudur. Örneğin yılda üç ay sürecek bir iş için taşerona hayır denip 12 ay maaş ödenmesi, bürokratik yapıyla yönetilmeyecek bazı ihtisas gerektiren işler için kadro açılması genellikle anlamsızdır.
Katı devletçi düşüncede olunmadıkça bu işerin taşeronlara yaptırılmasına itiraz olunamaz. İtiraz edilecekse, bu itiraz taşeron sistemine değil, varsa gereksiz yere taşerona iş devretmeye, yüksek bedeline ve taşeronun yapacağı hukuksuzluklara olmalıdır.