Avrupa Parlamentosu seçim süreci dün İngiltere ve Hollanda’da başladı. Diğer ülkelerin de katılımıyla, 25 Mayıs’ta son bulacak olan bu yılki seçimin önemli yanı, yeni oluşacak AP’nin Lizbon Anlaşması hükümlerine uygun olarak, Manuel Barroso’nun yerine gelecek olan Avrupa Komisyonu Başkanı’nı da seçecek olması.
Tahminlere göre, 751 üyelikten 221 Hıristiyan Demokrat denen ortanın sağına, 194’ü de, Sosyal Demokrat olarak adlandırılan, ortanın soluna gidecek.
Seçim kampanyasının bizim için en önemli yönü ise AB üyeliğimizin söz konusu olmadığının orta sağın ve orta solun önde gelen iki aday tarafından da açıklıkla dile getirilmiş olmasıdır. Gerçekten de önceki gün Alman kanalı ARD’de konuşan Alman Sosyal Demokrat Martin Schulz da, Lüksemburglu Hıristiyan Demokrat Jean Claude Juncker de Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduklarını açıklıkla dile getirmişlerdir.
Türkiye’nin Avrupa’nın dışlayıcı tutumuna karşı tavrını ise, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Fransız mevkidaşı François Hollande’ın Türkiye ziyareti dolayısıyla onuruna verdiği yemekte (27 Ocak 2014) şöyle dile getiriyordu:
- Müzakereler bittiği zaman, biz de üyeliği halkoyuna sunacağız. Bir de bakarsınız Türk halkı da üyeliği istemediğini söyleyiverir.
***
Yani şimdiye kadar kimi forumlarda görülen asimetrik tavır bitmiştir. Artık ne AB Türkiye’yi istiyor, ne de Türkiye AB’yi. Kamuoyu anketleri de bu gerçeği vurguluyor.
İşin özünü görenler aslında 10 yıldır değişen bir şey olmadığını zaten bilmekte ve tarafların tutumlarını herkesin gerçek suretini gizlediği bir maskeli baloya benzetmekteydiler.
Bundan on yıl önce, Aralık 2004’te, AB, Brüksel’de Türkiye’nin önüne koyduğu belgede, müzakerelerin ucunun açık olacağını, her halükârda, AB’nin Türkiye’ye kalıcı derogasyonlar uygulayacağını kısacası tam üyeliğin herkes için geçerli olan koşullarının Türkiye için “kabili tatbik” olamayacağını belirtiyorlardı.
Bu durumda AB’ye ciddi olarak aday olan bir ülkenin “Teşekkür ederiz, biz bu koşullarda bunu almayalım. Daha elverişli ve normal koşullar oluştuğunda konuşuruz” demesi gerekirdi.
Ama Tayyip Bey’in amacı zaten AB üyeliği değildi, onun ne felsefesinde, ne de hedeflediği siyasi modelde AB vardı.
O kendi vesayetini pekiştirme süreci içindeki temizleme hareketi için güç kazanmak, dayanak bulmak istediğinden Türkiye’yi Avrupa’ya yönelten adam görüntüsünü yaratmak ihtiyacı duyuyordu.
Bunun için üyelik müzakere sürecine ihtiyaç vardı. Tek başına o yeterdi ve 17 Aralık 2004’te Tayyip Bey bu isteğini elde etti
Ondan sonra da maskeli balo başladı ve 10 yılın içinde de tedrici olarak hitama erdi.
***
Şu anda Türkiye’deki siyasal tabloya bakarak kimse AB’nin bizi üyeliğe kabul etmemesini kınayamaz.
Değil bir Avrupalı, izan sahibi bir Türk’e bile Türkiye’nin birliğe aday olup olamayacağını sorsanız, alacağınız yanıt “hayır” olacaktır.
Kuşkusuz, Türkiye yalnız AB üyeliğinden olmakla kalmamakta, aynı zamanda Cumhuriyetin başlangıcından bu yana değiştirmediği tercihinden de vazgeçmektedir.
O da Batılı olma hedefidir.
Tayyip Bey’in iktidarında Batılı bir Türkiye düşlemek abestir.
Bu demek değildir ki, demokratik sınıflandırmada çoktan Ortadoğu ligindeki yerini almış olan Türkiye Batı’nın çıkarlarına aykırı bir rota izleyecektir.
Mustafa Kemal’in hedeflediği Batılılıktan, onunla ilgisi olmayan, Ortadoğu modeli bir Batıcılığa geçiş, ne AB’nin ne ABD’nin ne NATO’nun çıkarlarını zedeler. Burada çıkarları zarar görecek olan olsa olsa Türkiye olur.
Ve bizler de, “Oh çok şükür nihayet bitti, bu maskeli balo!” derken, yeni bir maskeli balonun içinde buluveririz kendimizi.