Günümüz Türkiye’sinde “cumhur”un nasıl bir başkanı olması gerektiği üzerine biraz fikir jimnastiği yapalım...
Cumhur Arapçada halk demek olduğuna göre bu sözcükten türetilmiş Cumhuriyet rejiminin de halkla ilgili bir yönetim biçimi olması gerek.
Halkın belli bir bilinçlilik ve örgütlenme düzeyine sahip olduğu cumhuriyetlerde, böyle halklar, içinde halk sözü geçen bir yönetim biçimini hak ediyorlar demektir…
Zaten bu gibi ülkelerde tek adam yönetimlerinden, krallıklardan, imparatorluklardan cumhuriyet yönetimlerine geçiş de o ülke halklarının bedel ödemeleriyle gerçekleşmiştir.
Kendi cumhuriyetimizin tarihine bu açıdan kısaca bir göz atalım…
***
İlk cumhurbaşkanı, başkanı olduğu Cumhuriyetin kurucusu olarak bu hakka doğallıkla sahipti.
“Yenilikçi, kurucu, devrimci bir tek adam”dı…
İkinci cumhurbaşkanı, kişisel farklılıklar dışında, toplumsal anlam bakımından ilkinin devamıdır.
Üçüncü cumhurbaşkanı ise çok partili sisteme geçiş döneminin ilk cumhurbaşkanı olarak ilk ikisine göre daha az yetkiye sahiptir ve cumhurbaşkanlığı makamı artık daha çok simgesel bir önem taşımaktadır.
Asıl yetki artık, partinin de başkanı olan başbakana geçmiştir.
Tek parti dönemi sona ermiş, görünüşte demokrasiye geçilmiş, fakat bu kez de başbakanların tek adamlaşma dönemi başlamıştır…
***
Darbe dönemleri cumhurbaşkanlarını konu dışında tutacak olursak, Demokrat Parti iktidarı döneminden günümüze kadar ülkemizdeki siyasal sistemin (Batı demokrasilerinin hemen hepsinde olduğu gibi) güçlü başbakanlık sistemi olduğunu görüyoruz. Bu sistemde, doğal olarak, cumhurbaşkanlığı makamı daha çok simgesel, temsili nitelik taşıyacaktır.
Başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına geçen Demirel, özellikle de Özal dönemlerinde bu durum bir kez daha farklılaşıyor.
Hukuksal dayanağı olmasa da, özellikle Özal’la, Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki gibi, bütün yetkileri elinde toplamış bir çeşit tek adamla karşılaşmış oluyoruz…
12 Eylül darbesi ve 24 Ocak kararlarıyla yaşama geçirilen; tümüyle dışa bağımlı, sıcak parayla ve üretimden çok tüketimle beslenen “köklü” ekonomik dönüşümler ister istemez böyle bir tek adamlığı gerektiriyordu…
***
Buraya kadar söylenenler özetlenecek olursa, Cumhuriyetin ilk iki kurucu başkanından sonra güçlü başbakanlık sistemine geçildiğini, Menderes yönetimiyle başlayan bu sistemin, Demirel ve özellikle de Özal dönemlerinin farklılıklarıyla, darbe dönemleri dışında günümüze kadar sürdüğünü görüyoruz…
Şimdi ülke bir kez daha bir cumhurbaşkanlığı seçimiyle karşı karşıyadır.
Zaten “tek adam” konumundaki güçlü başbakan, büyük olasılıkla cumhurbaşkanlığı yetkilerini de kendinde toplamak istiyor…
Bir bakıma, ilk kurucu Cumhurbaşkanı’nın sahip olduğu yetkilerin de üstünde güç ve yetkiyle donatılmak arzusunda…
İlk kurucu cumhurbaşkanının, neyi, hangi düşünceyi, hangi cumhuru, ülke için nasıl bir geleceği temsil ettiği tarihsel gerçeklikler olarak apaçık ortada…
Günümüzün güçlü Başbakan’ı cumhurbaşkanı olarak neyi, hangi düşünceyi, hangi cumhuru, ülke için nasıl bir geleceği temsil edecek?..
Sözü uzatmaya gerek olmaksızın yanıtlayalım:
İlk kurucu cumhurbaşkanı neyi, hangi düşünceyi, hangi cumhuru, ülke için nasıl bir geleceği temsil ediyorsa, tam tersini…
***
Halkımızın bilinçlilik ve örgütlenme düzeyi bakımından, cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi yönteminin yanlışlığı, içerdiği tehlikeler bugün apaçık görülüyor olmalı.
Demokrasiyi çoğunluk sistemi olarak görüp dayatmaya çalışan, popülist, oportünist düşünceler için bundan daha güçlü bir dayanak olamazdı.
Günümüz Başbakanı’nın cumhurbaşkanı olması, Türkiye’de demokrasinin son kırıntılarının yok olmasıyla kalmayıp ülkenin de sonunu getirecek, Türkiye iç ve dış savaşlara sürüklenerek parçalanıp yok olacaktır…
Cumhuriyetimizin yüz yıla yaklaşan tarihi süresince, çağdaş, uygar bir dünya devletinin yurttaşları olma yönünde büyük adımlar atan Türk ulusu, Türkiye halkı, böyle bir geleceği hak etmiyor…
Karamsar değil kararlı olunması gereken günlerden geçmekteyiz…