Ahmet Doğançayır
Yurttaşlık hak ve özgürlüklerinin kanunlarla korunduğu ve genellikle uygulandığı söylenen bir sistem altında muhalefete ve karşı görüşlere, zor kullanmaya yönelmedikçe, düzen değişikliğine gitmedikçe ve bu yolda örgütlenmedikçe katlanılır. Temelde kabul edilen görüş kurulu toplumsal düzeninin özgür ve her yeni düzeltmenin kendi başına bir toplumsal yapı ve değerler değişikliği olduğu bunun olayların olağan akışı içinde oluştuğu, fikirlerin ve malların açık pazarındaki özgür ve eşit tartışmalarla araştırılıp hazırlandığıdır.
Ancak bütün bunlar Sınıfların var olduğu, sınıfsal güçlerin eşit olmadığı, var olan durum sürdükçe bu eşitsizliğin durmadan arttığı bir topluma uymaz. Ekonomik ve politik gücün belli ellerde toplandığı, teknikten egemenlik aracı olarak yararlanan bir toplumda zıt görüş açılarının bütünleşmesi ile radikal karşı çıkışlar ortaya çıkabildiği yerde engellenmektedir. Kendi başlarına ekonomik ve politik gücün uygulayıcısı olan tekelci çevrelerin egemenliği altında öyle bir zihniyet imal edilmiştir ki bu zihniyete göre hak ve haksızlık, doğru ve yanlış her zaman toplumun hayati çıkarlarına dokunduğu yerlerde önceden saptanmıştır.
Kapitalist toplumda egemen duruma geçmiş olan sınıflar bu egemenliklerinin anlaşılmaması, sarsıntıya uğramaması için toplumda adaletli bir iktidar dengesinin bulunduğunu ileri süreceklerdir. Toplumda çıkarlar arası doğal bir uyum olduğunu ileri sürenler toplumda ki sınırsız hırsları ve zulmü yok gösterip onun yerine adaletli ve ilerlemeye yatkın bir toplumdan söz etmektedir. Dolayısıyla var olan yapıya karşı mücadeleye girişen sınıflar toplumun genel uyum ve çıkarlarına zarar vermekle suçlanırlar. Sanayici ve iş adamlarının dönüp sendika liderlerini ‘’iç barışı bozmakla’’ suçlamaları, işi sınıfının temsilcilerinin işveren işçi ilişkilerinde doğal olarak bulunduğunu ileri sürdükleri ortak yararlara zarar verdiklerini ileri sürmeleri nedensiz değildir. Aynı şekilde uluslararası düzeyde egemen devletlerin bağımlı devletlere dönüp onları uluslararası anlayış ve işbirliğine zarar vermekle suçlamaları ve ahlâk dersi vermeye kalkmaları da nedensiz değildir.
Böylesi bir toplumda değişimlerin ancak hoşgörüye dayanan bir alış veriş içinde ve çatışan çıkarların devamlı birbirlerini dengelemesi yoluyla sağlanan uzlaşmalarla gerçekleşeceğini savunan liberal hoşgörü çığırtkanlarının ileri sürdükleri görüşlere var olan sistemin devamından yararı olanlar, olmayanlara oranla daha büyük bir yakınlık göstereceklerdir. Çünkü çıkarlar arası uyum ve sorunların hoşgörü ve uzlaşmayla çözülmesi görüşleri toplumdaki egemen sınıflar tarafından kendi üstün ve egemen durumlarını sürdürmek için etkin bir moral araç olarak kullanılmaktadır.
Hangi Şiddete karşı hoşgörü?
Böyle bir toplumda şiddet olayını tartışmak demek, şiddete dayanan ve dayanmayan eylem şeklindeki geleneksel ayrımı yeniden araştırmak demektir. Şiddet polis tarafından karakollarda, gösterilerde uygulanır. ‘’Hür dünyanın’’savunucuları tarafından geri kalmış bölgelere aktarılır. Ancak daha güçlü bir baskı karşısında bu zor kullanmaktan çekinmek başka bir şey, ahlâki nedenlerle şiddete karşı şiddetten vazgeçmek başka şeydir.
Zora başvurmamak normal olarak zayıflardan, ezilenlerden yalnızca istenmez, buna uymaya zorlanır da. Ancak çoğu zaman ezilenler açısından zora başvurmak bir gereklilik haline gelir normal olarak bir pasif direnme pasif olmaktan çıkar, zora başvurmamayı bir yana bırakır. Aynı şey genel grev için de söz konusudur. Tarihsel işlev açısından devrimci ve gerici zor, ezenler ve ezilenler tarafından güdülen zor arasında fark vardır. Ahlâk açısından bakıldığında zorun her iki şekli de insanlık dışı ve berbattır. Ama ne zamandan beri tarih ahlâk ölçülerine uyarak yapılmaktadır? Ezilenlerin ezenlere, yoksulların zenginlere karşı ayaklandığı dönemde ahlâk ölçülerinin uygulanmaya başlaması ortadaki zorbalığın çıkarlarına, karşı protestoyu zayıflatmakla hizmet etmek demektir.
Günümüzde Pasifistler olarak adlandırılan küçük bir kesim her türlü şiddeti reddediyor. Aslında sadece pasifistler değil herkes şiddetten nefret eder. Sorun şiddetin mutlak olarak reddedilmesi gerektiği meselesi üzerinde odaklanır. Neredeyse hemen herkes olağanüstü koşullarda uç noktaya ulaşıldığında şiddet kullanmanın gerekliliğini kabul edecektir. Mesele saldırganlığın kesin karşı koyuşlarla engellenmesidir. Bu başlangıçta savunma amaçlı, her şeyin denenip sonuç alınmazsa başvurulacak son çare, saldırıyı yok etmek üzere kullanılacak yegâne araçtır. Şiddet eylemlerine karşı insan yaşamının “kutsal değeri” hakkında ciddi açıklamalar yapan satın alınmış ahlâkçılarla Devrimci Marksizm’in ortak hiçbir yanı yoktur. Çünkü ‘’Onlar, başka durumlarda, başka “kutsal değerler” adına milyonlarca insanı savaş cehennemine itmeye hazırdırlar. En kutsal hak olan özel mülkiyet adına silahsız işçiler üzerine ateş açılması emrini verecek bakanlar, onların ulusal kahramanı olur. Ve yarın, işsiz işçilerin çaresiz elleri bir yumruk haline geldiğinde veya bir silahı kavradığında, yine aynı adamlar bu kez şiddetin hiçbir biçiminin kabul edilemeyeceğine dair bin bir türlü saçmalığı dillerine dolayacaklardır.’’ (L.Trotsky -Marksistler bireysel terörizme neden karşıdırlar.)
Liberaller ve pasifistler günümüzde ezenlerin terörizmini ve şiddetini ‘’tarafsız’’olarak kınarlar. Ama ezilenlerin, dışlananların bu gibi saldırılar karşısında kullandıkları kendini savunma yollarını tasvip etmezler. Özgürlük, birlik, bağımsızlık adına sömürgecilik karşıtı bir savaşım yürüten halkların devrimci etkinlikleriyle saldırgan güçlerin vahşetini aynı kefeye koyarlar. Bu onların var olan sistemin kötülüklerine karşı çıkan güçleri zapt edip, onları doğru yolu tutmaktan alıkoyarak aslında gericiliğin güçlenmesine yardımcı olmalarına yol açmaktadır.
Hoşgörünün haklı görünenle, haklı görünmeyen sınırları, devrimci ve karşı devrimci şiddet arasındaki fark ölçütlerin geçerli olmalarını gerektirir. Bu ölçütler süregelen toplumda ortaya konan, kullanılan bütün anayasaya ve kanunlara uygun ölçütlerden olağanüstü hâl ya da yurttaşlık hak ve özgürlüklerinin öbür yerleşmiş tanımlamaları gibi önce var olmak durumundadır. Çünkü bu tür tanımlamalar özgürlük ve baskı ölçütlerini bile süregelen toplumda kullanılır ve kullanılmaz şeklinde varsayar. Doğru ve yanlış, ilerici ve gerici arasındaki politik ayrım kim tarafından, hangi ölçülere göre ortaya atılacak ve geçerliliği haklı gösterilecektir? Sorunun cevabı demokrasi ve diktatörlük alternatifinde yatmaz. Bu alternatif diktatörlükte emekçi sınıfların bir bireyin ve gurubun etkin bir denetimi altında olmaksızın kararları aşağıdan zorla alması şeklinde belirir. Toplumu bir bütün olarak ilgilendiren hayati kararlar demokratik olduğu iddia edilen demokrasilerde bile halkın etkin bir denetimi olmaksızın bir ya da birden çok guruplar tarafından kanun yoluyla ya da fiilen alınır.
Hangi Terörizm?
Terörist olarak tanımlananların yaptıklarına şiddet deniyor. Bu tersine çevrilebilir tanım, sadece yapılan işin özelliklerine atıfta bulunarak, şiddeti tanımlamanın ne kadar zor olduğunu gösterir. İnsanlara aksi halde yapmayacakları ve yapmaktan hoşlanmayacakları şeyleri yaptırmak şiddetin özelliğidir. Şiddet insanları kendi iradelerine karşı eyleme yöneltmek ve böylelikle onları seçme hakkından yoksun bırakmak anlamına gelir. Şiddet aslında tartışmalı bir kavramdır. Zamanında ‘’uygar dünyanın bir zaferi’’ olarak kaydedilen şey bir süre sonra bir şiddet tarihi olarak yeniden yazılma eğilimi göstermektedir. Kapitalist dünya düzeninin muhafızlarının görevi gayri meşru olarak tanımlanan muhalefetin şiddetini tasfiye etmek, kendileri için ‘yararlı ve zorunlu baskıyı, terörü ve şiddeti’ meşrulaştırmaktır. Baskı güvenli bir biçimde kurumsallaştırıldığı zaman gündelik hayatın geri planında erir. Bu durumda o görünmezdir ve baskı rutin, tekrarlamalı ve monoton hale geldikçe dikkati çekme şansı azalır. Ama rutin kırıldığında ve baskı altına girdiği zaman onu ayakta tutmak için kullanılan ‘zor’ görünür hale gelir.
Yaşadığımız toplum eski yapılar parçalanıp ya da sökülüp dağıtılırken onların yerine kurumsal sağlamlığa sahip hiçbir alternatif yapının konulamadığı savaş hali giderek artan bir toplumdur. Şiddetin, şiddet suçlamalarının ve şiddet beklentilerinin birey ve gurupların kendini kanıtlaması için başlıca araçlara dönüştüğü bir toplum. ‘Barış istiyorsanız savaşa hazır olun’ ilkesi ister uluslararası, ister yerel ya da aile içi düzeyde olsun toplumsal sistemin tepesinden dibine kadar, daha önce hiç olmadığı kadar gündemde görünmektedir. Meşruluk sorunu sürekli olarak çözülmemiş ve tartışmalı kaldıkça, paylaşılan amaç, ev ya da hayat koşullarından kaynaklanması muhtemel bir talep açık ve gizli şiddet suçlamasından muaf değildir. Kurumsallaşmış yapılar toplumsal örgütlenmenin bütün düzeylerinde ufalanmakta ve dağılmakta, şiddet uygulamaları iktidar hiyerarşilerinin daimi bir özelliği haline gelmektedir.
Modern ulus devletlerin inşası egemen ulusçuluğun ezilen uluslar ve etnik azınlıklar üzerinde sürdürdüğü terör ve şiddetin öyküsüdür. Asla kendi tarihlerini yazma şansı verilmeyen yenilgiye uğramış azınlıkların ve ulusların ezilmesi ve fiziksel ya da kültürel olarak yok edilmesi, bir ilerleme ve uygarlaşma sürecinin şiddetten arındırılmasına yönelik bir hikâye olarak tanımlandı ve yeniden anlatıldı. Ulus devletlerin tartışmalı kuruluşlarının unutturulmasıyla birlikte ‘’yasa ve düzenin savunulması’’ kılığına sokulmuş baskı ile dağılmış, yerelleşmiş ve tecrit edilmesi kolay baskı arasında bir çizgi çekilebildi. Ancak bugün ezilen ulusların ve etnik azınlıkların iktidarlar yardımıyla asimile edilmesi, farklı kimliklerinin ortadan kaldırılması artık sağlanamaz olmuştur. Bunu sağlamak için aralıklı olarak yapılan girişimler artık etkisiz olma eğilimindedir. Zorlayıcı bir asimilasyon ve yerel ulusal geleneklerin, anıların, adetlerin bastırılmasına yönelik siyaset artık sonuç verici bir seçenek olmaktan çıkmıştır.
Kendi ulus devletlerini kurma bilincini kazanmış veya oluşum halindeki uluslara resmi olarak varsayılmış kimliklerini desteklemek için daha önce dayatılmış otoriter kurumların hiçbir faydası yoktur. Onlar içinde erimiş oldukları kültürler, diller ve inançlar karışımından kendilerini ayrıştırmak, kristalize etmek zorundadırlar. Karışmış parçalarını ayırarak kendi ayrı kimliklerini korumaları gerekir. ‘‘Meşru, tanımlanmış baskıya’’ başvuramadıkları için, bu hedefe ulaşmak için yapacakları her neyse ancak şiddet olarak sınıflandırılabilir.
Asıl terörizm, şirketlerin ve devletlerin insanlara ve yeryüzüne karşı işlediği suçlardır. Onlar proletaryanın, sınıf düşmanlarının çıkarlarına karşı yöneltilmiş olan tüm etkinliklerini terörizm olarak yaftalamak istiyorlar. Eğer terörizm, düşmanda korku uyandıran veya ona zarar veren her türlü eylem olarak anlaşılırsa, doğal olarak tüm sınıf mücadelesi terörizmden başka bir şey değildir. Yasalarıyla, polisiyle ve ordusuyla burjuvazinin tüm devlet aygıtının kapitalist terör aygıtından başka bir şey olmadığı ortadayken, burjuva politikacıların ezilen ulusların ve proletaryanın ‘’terörizmine’’ yönelik öfkelerini kusma hakları yoktur.
Terörizme karşı verilen savaş devletlerin, hükümetlerin başlıca uğraşı ve ulusal gelirden büyük payların polis ve silahlı kuvvetler bütçelerine ayrılmasının sebebi olmuştur. Terörizm her defasında silahlı kuvvetlerin ya da bombardıman uçağı pilotlarının yeni bir görev için gönderilmelerini ve kentlerde yaşayan insanlara daha katı kısıtlamalar getirmesini sağlayan bir araç olarak kullanılmıştır. Birileri bir yerlerde elde silah direnmeye karar verdiklerinde terörizm kavramı kullanılmaya elverişli hale gelir. Terörizmin vahşi ve kanlı bir yönü olduğu kuşku götürmez. Ne var ki sorun diğer insanları vuran, bombalayan insanların mı ‘’terörist’’olarak tanımlandığı, yoksa bu tanımlama işinin onların yaptıkları işlerin doğasından çok bu etiketleri basan ve onları yapıştıranların değerlendirmesine mi bağlı olduğudur. Bu etiketler olmasaydı, teröristler ve onun kurbanlarının sık, sık birbirine karışması söz konusu olabilirdi.
Terörist kim?
Bugün Türkiye ekonomik, siyasal, sosyal olarak tarihi bir süreçten geçiyor. Başta iktidarı elinde bulunduran AKP ve onun başındaki Recep Tayyip Erdoğan, çocukları ve ailesinin birçok bireyi, bazı Bakanlar, bakan çocuklarının, AKP’yle iç içe olan kimi odakların karıştığı yolsuzluk ve rüşvet sarmalı her gün biraz daha açığa çıkıyor. 2002’den beri ülkeyi Fethullah Gülen Cemaati ile birlikte soyup soğana çeviren, bu süreçte her türlü talanı, paylaşımı, yolsuzluğu meşru hale getiren, tüm kamu kurumlarını yandaşlarına paylaştırıp çiftliğe çeviren Erdoğan, gelinen noktada cemaatle – iktidar partisi arasındaki getiri paylaşımı sebebiyle oluşan anlaşmazlıkları çözemiyor ve ülkeyi tam bir kargaşaya sürüklüyor.
Ülke gündemi bizzat R. T. Erdoğan tarafından her gün biraz daha geriliyor, toplum bilinçli bir şekilde bir birbirine düşman edilmeye, kutuplaşmaya ve çatışma ortamına çekilmeye, hatta iç savaşa doğru sürüklenmeye çalışılıyor. 17 Aralıkta ülke tarihinin gördüğü en büyük yolsuzluk, rüşvet operasyonu sonrasında tam bir bataklığa girdiği görülen, kurtulmak için debelendikçe daha çok batan Erdoğan, düştüğü aciz durum ve çaresizlik nedeniyle kendisine muhalif tüm kesimlere, saldırmayı birincil ve yegâne politika olarak belirlemiş görülüyor. Başbakan kitlesel şiddet dalgalarının en büyüğünü sokaklara çağırıyor. Her gün nefret ayinleri düzenleyen Başbakan, siyasi yok oluşunu geciktirmek için Türkiye’yi kasıp kavurmayı göze almış, “yolsuzluk ve rüşvet” örgütlenmesini kamuoyu zihninde çarpıtma telaşıyla seçimler yaklaştıkça daha tehlikeli bir zemine çekiyor. Yalanlarla toplumsal bilinçaltına seslenirken, katili devlet olan Berkine ve yaslı annesine barbarca dil uzatması bu “milli çıldırma projesinin” ayak sesleri. Emrindeki polisin kendini protesto edenleri öldürmesini, kör etmesini bir bakıma keyifle izliyor, gezi de kendisine karşı çıktığını düşündüğü gençlerin en sert yöntemlerle bastırılmasını istemesi, gençleri öldürüp kör eden polisleri kahraman ilan etmesi bu yüzden.
Kurduğu sistemin devamının sağlanmasının, seçkinlerin birbirine sıkıca kaynaşmasına, muhalefeti güç kullanarak sıkıca ezmesine bağlı olduğunu görüyor. Diktatörlüklerin çöküşünü başlatan ve hızlandıran sürecin, bu elit tabakanın parçalanması ve toplumsal isyanları böyle bir dönemde ortam hazırlayıcı ve kolaylaştırıcı bir rolü olduğunu görüyor. Bunun için sokakla ilgili her şeyi terör ilan ediyor. Bunun için hiç utanmadan, 15 yaşındaki oğlunu toprağa vermiş bir anneyi miting meydanında yuhalatabiliyor. Berkin Elvan için bir üzüntü beyan etmesinin sokağı cesaretlendireceğine, polisin moralini bozacağına inanıyor. Sadece kendi denetimindeki kitlenin sokakta olmasını, gerekirse kendisi için ölmesini istiyor. Çünkü kendi kontrolünde olmayan kitlenin yıkımı olduğunu biliyor.
Sokak ve alanlar ‘’terör’’ ve başıboşluğun, taşkınlık ve akıl dışı şiddetin mekânları olarak yeniden tanımlanıyor. Haklar ve özgürlükler ‘’terör’’ söyleminin toz dumanı arasında unutturulmaya çalışılıyor. Türkiye de ‘’terör’’ kavramı toplumsal muhalefeti ama daha çok ‘ifade etme özgürlüğünü’ yok etmenin en etkili aracı olmuştur. Tahakkümün devamlılığında ‘’terör’’ kavramının merkezi bir işlevi var. Öyle ki mevcut hukuk sistemi bu söyleme yaslanıp kendisini askıya çıkarabiliyor. Kavram makbul olmayan muhalefetin susturulması, bastırılması, yıldırılması rolünü görüyor. Oysa sokak, emekçi sınıfların ve ezilenlerin politik olanla doğrudan ilişkiye geçtiği yegâne kanallardandır. Ne var ki kamusal alana her çıkış tutuklanma ve yargısal şiddete maruz kalmadan önce doğrudan polis şiddeti ile karşılaşmaktadır.
Tarihler farklı, olaylar aynı. Katliam yapanlar ve katliam emri verenler cezalandırılmadı. ‘Devlet için kurşun atan’ korundu. Kentsel dönüşüm adı altında kentin göbeğinde yoksulları evlerinden sürme projesi harekete geçirilirken, Kontra-gerillanın bildik taktikleri devreye sokulurken, Berkin’in cenazesine saldırılırken, eli sopalı/silahlı güçlerle baskın verilirken, sokaklar bir kez daha panzerlerle çiğnenirken devlet şiddetine, terörüne karşı kimin nerede durduğu önem kazanıyor. Birileri hobi olarak Pasifizmi savunmaya, öz savunmayı provokasyon olarak nitelemeye devam edeceklerdir. Bu canı tehlikede olana ‘’siz ölün, biz cenazenize geliriz.’’ Anlamına gelecektir. Ama onlarında ‘Biz artık cenaze kaldırmak istemiyoruz’ deme hakları vardır.
Alternatif nedir?
Kapitalist diktatörlüklerin tek doğru alternatifi ve inkârı, emekçi sınıfların baskıcı gerekliliklerden kurtulmuş insanlar olarak dayanışma içinde kendi hayatlarını kendi başlarına belirleyen bireyler haline geldiği bir toplumdur. Yalnız özgürce bir araya gelmiş üreticiler sistemi yeni teknolojiler potansiyelinin büyük bir bölümünü kullanım dışı bırakmadan ve savurganlığa neden olmadan kontrol ve yaratıcılığı, bireysel ve kolektif sorumluluk bilincini geliştirebilir. Ve insanı neyin doğru, neyin yanlış olduğunu çıkaracak duruma getirmek için bu anlamın kurulu evrenini kırmak gereklidir. Bunun için önce bu aldatıcı ‘’ayrım gözetmezlik’’ ortadan kaldırılmalıdır. Elbette bu tür bir değişiklik düzen değişikliğine kadar varan bir direnme hakkının yerleşmesi ile eş anlamlıdır. Kanun ve düzen, kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir. Toplumdaki özgürlük ve haklar ezenlere kanuna uygun şiddet uygulamalarını sağlamaktadır. Baskı yapan toplum bu temele dayanarak kendisini ve hayati savunma noktalarını yeniler. Bunların ortadan kaldırılması ise bu toplumsal sistemin şiddetli bir şekilde boğmaya çalıştığı devrimden başka bir şey değildir. Sözünü ettiğimiz şey şekillendirilmiş kamuoyunun tiranlığını, sınıflı toplumda bu kamuoyunu yaratanları kırıp geçmektir. Dinin, ‘’demokrasinin’’, ahlakın kurgularından, yani düşmanın evcilleştirmek, tutsak etmek için öne sürdüğü bu manevi zincirlerden tamamen kurtulmaktır.
Burada küçük bir gurubun değil, çoğunluğun eylemlerinden ve uygulayacağı siyasal şiddetten bahsediyoruz. Devrim, sadece sınıf mücadelesinin keskinleşmesinden doğar ve sadece proletaryanın toplumsal işlevlerinde bir zafer garantisi bulabilir. Politik kitle grevi, silahlı ayaklanma, devlet iktidarının ele geçirilmesi; bütün bunlar, üretimin gelişmişlik derecesi, sınıfsal güçlerin mevzilenişi, proletaryanın toplumsal ağırlığı ve nihayet, devrim anında devlet iktidarının kaderini belirleyen etken silahlı kuvvetler olduğu için, ordunun toplumsal bileşimi tarafından belirlenir. İşçi hareketleri ancak zorlayıcı durumlarda ve barışçı taktikler yenilgiye uğradığında şiddete başvurmuştur. Sosyalist devrimlerde şiddet olmuşsa bunun nedeni egemen mülk sahibi sınıfların mücadele etmeksizin ayrıcalıklarını bırakmak istememeleridir. Marksizm proletaryanın yetersiz devrimci gücünün yerine hazır ‘’kimyasal formülleri’’ geçirmeyi amaçlayan tüm yöntem ve araçları reddeder. Bir terör eyleminin “başarılı” olanı, egemen sınıfı bütünüyle karışıklığa sürüklese bile etkisi kısa ömürlü olacaktır. Kapitalist devlet kendisini sadece hükümet bakanlarına ve görevlilerine dayandırmaz ve onların ortadan kaldırılmasıyla da yıkılmaz. Egemen sınıflar her zaman kendilerine hizmet edecek yeni insanlar bulacaktır; mekanizma hiçbir zarar görmeden kalır ve işlevini sürdürür. Bir politik mücadele düzeyine yükseltilmeden önce terörizm, kendisini bireysel intikam eylemleri biçiminde ortaya koyar. Terörizmin en önemli psikolojik kaynağı, daima bir çıkış arayışı içindeki intikam hissi olmuştur eğer biz terörist eylemlere karşıysak, bu sadece bireysel intikam bizi tatmin etmediği içindir. Bizim kapitalist sistemle görülecek hesabımız, bazı devlet görevlileriyle görülecek olandan çok daha büyüktür. Tüm enerjimizi bu sisteme karşı kolektif bir mücadeleye yöneltmek için, insanlığa karşı işlenen tüm suçları, insan bedeni ve ruhunun maruz kaldığı tüm hakaretleri mevcut toplumsal sistemin zorunlu sonuçları ve ifadeleri olarak görmeyi öğrenmek; tutuşan intikam arzusunun en yüksek manevi tatmin bulabileceği yön budur.
Sokak eylemlerinin iktidarların anti demokratik uygulamalarına geri adım attırma, yaptırımlarını düzenlemeye zorlama özellikleri de vardır. Ama elbette esas varlık düzeyi özgür eyleme imkân yaratacak olan devrimci politikadır. Siyasete başvurmaksızın, siyasi eylemlilik aracını kullanmaksızın ve bu aracın gideceği yönü çizmeksizin ‘’özgürlük merheminden güvensizlik sineğini çıkaramayız’’. İnsanların kulluktan kendilerini kurtarmaları doğru olduğu gibi, her şeyden önce kendilerini yaşadıkları toplumun onları soktuğu halden kurtarmaları gerektiği de doğrudur. Böylesi bir devrim kendiliğinden olamaz. Çünkü böylesi bir kendiliğindenlik yalnızca yerleşik sistemden türeyen değer ve hedefleri ifade edecektir. Sınıflı bir toplumda radikal muhalefetin kuram ve pratiğinde eğitilmiş ve denenmiş, kabul edilmiş liderliğin işlevi, kendiliğinden protestoyu, dolaysız ihtiyaç ve özlemleri geliştirme ve toplumun devrimci yeniden yapılanması için aşma şansı olan örgütlü eyleme çevirmektir. Şiddet ve devrim arasında ayrım yapılmalıdır. Bugünkü karşı devrimci durumda şiddet düzenin silahıdır. Her yerde düzenin şiddeti vardır, buna karşılık bu şiddeti sona erdirecek devrimci güç bugün ortada yoktur. Devrimci güç, kitlelerin ya da sınıfların sosyalist bir toplum inşa etmek amacıyla donanmış ve kurulu düzeni yıkma kudretine sahip sınırsız genel grev, fabrikaların, hükümet binalarının, iletişim ve ulaştırma merkezlerine el konulması şeklinde eylemlerin sonucunda ortaya çıkacaktır.