PRANGAYI ISLATAN GÖZYAŞI
~ 19.04.2011, Yeni Yaklaşımlar ~
Paslı demirler arasından süzülen iğreti ışıkla aydınlandı limon küfüne çalan yüzü. Derin çizgileri ısıtmaya yetmiyordu mevsim güze döneli. Çok eskilerden, tanıdık bir şarkının bestesi gibi mırıldanıyordu huzmeler. Zaten ısınmak da istemiyordu yorgun kalbi. Karlı dağda yürüyen avcının elleri gibi sızlamalıydı her daim yüreği. Ne de olsa şeytan azapta gerekti. Ayağındaki on kiloluk zincir de bunun için değil miydi? Her adımında düşünmesi, hissetmesi ve ölümün ayak seslerini duyması için. Şikayet edecek ne hali vardı ne de hevesi. Keşke ölümü beklemek yerine, kendi koşabilseydi ölümüne. Ama yapmamıştı, yapamamıştı.
Bir zamanların dağa taşa korku salan Eşkıya Ali ‘sini gören, duyan ne düşünüyordu acaba? Seviniyor olmalılardı elbette. Kim istemezdi ki vicdansız eşkıyanın ininde kısılmasını… Aslında kendi de seviniyordu içten içe sonuna… Hak etmişti; kesin hak etmişti hem de çok daha fazlasını. Pişman mıydı? İşte bir tek bunun cevabını bilemiyordu. Çünkü hiç düşünmemişti.
Adaletin biçtiği altı aylık bir ömrü kalmıştı. Bir an önce gelseydi infaz günü ve dinseydi tüm acıları. Belki bu bekleme süresi de “ İlahi Adalet” in kendisine verdiği ayrı bir infazdı… Şikayet etmeyi bırakmıştı uzun zaman önce. Hatta düşünmeyi, sorgulamayı, vicdan muhasebesini ve hayata dair her şeyi.
İşte tam da bu kadar uzağındayken hayatın nerden çıkmıştı bu küçük kız havalandırmada karşısına. O kadar şirindi ki başakları toplanmış buğday tarlasında bir gonca gül gibi duruyordu. Hiç de yakışmıyordu buralara. Kızın kocaman açılmış gözleri, önce ayağındaki zincire takılmıştı. Hiç bu kadar utanmamıştı nice zamandır. Gizleyemezdi ki bir yerlere kocaman halkaları. Göz göze geldiklerinde unuttuğundan neredeyse emin olduğu şefkati ve masumiyeti gördü bu sevimli yüzde. Şefkat nerelerde kalmıştı? Masum olan var mıydı hayatında? Hiç başı okşanmış mıydı? Hatırlayamadı… Bunlara dair tüm hatıralar sonsuza dek silinmişti demek. İstemeden eli küçük kızın başına gitti okşamak için. Ama dokunamadı. Saçının her telinden öldürdüğü kadınların çığlıkları yankılanıyordu. Dokunsa kolundan çekip dipsiz bir kuyuya çekeceklerdi ya da zarar mı verecekti bu küçük masuma? Vazgeçti. Tedirgin ellerini geri çekti. Ama çocuk işte ilk hamleyi yapıverdi tereddütsüz:
—Amca o ayağındakiler ne? Nasıl yürüyorsun? Kim taktı onu sana?
Sustu sadece.
Çocuk yeniden bozdu sessizliği. Ağabeyi hapisteymiş. Annesi O’na her gün yemek gönderiyormuş. Sefer tasını göstererek bir çırpıda anlatıverdi hikâyesini. Annesi, hapisteki ağabeyinin üvey annesi imiş. Sırf üvey oğluna bakmıyor demesinler diye O’na her gün yemek gönderirmiş. Zaten yakın oturuyorlarmış. Ev sadece üç yüz metre uzaktaymış bu zindana. Küçük kızın bu heyecanlı anlatımına bakılırsa tüm olanı biteni oyun sandığı, sokakta çizgi oynamak kadar eğlenceli gördüğü hemen anlaşılıyordu. Bu minik güzelliğin hayatının son demlerinin yegane arkadaşı ve keyfi olacağını o an hissetmişti. “ Yine gel” gibilerinden bir fısıltı duyuldu dudaklarından belli belirsiz.
Hemen her gün görmeye başladı küçük dostunu. Sahi ilk kez bir dostu olmuştu. Geç bulduğu ve çabuk kaybedeceği. Ama onda unuttuğu ve belki hiç yaşamadığı çocukluğunu, masumiyeti, güzelliği kısaca “ iyiliğe” dair her şeyi bulmuştu.
Yine küçük dostuyla hasbıhal ettiği bir günün akşamında uzun zamandır yapmadığı bir şeyi yaptı. Geçmişine doğru bir yolculuk. Çocuk olmuştu O da bir zamanlar. Annesi, babası ve küçük kız kardeşi ile birlikte yaşadığı dingin zamanları hatırladı zor da olsa. O kadar dingindi ki fırtına öncesi sessizlik gibi. Babasının ani ve beklenmedik ölümü hayatlarına kara bulut gibi inmişti. Zor ve yoksul zamanlara da böylece geçmişlerdi.
Annesi güzel bir kadındı. Gençti de babası öldüğünde. İki çocukla kalakalmıştı. Babasının ırgatlık yaparak geçindirdiği evin artık bir geliri de kalmamıştı. Besileri, toprakları yoktu. Ebe, nine, dede de yoktu kol kanat gerecek. Annesi gizli ağlardı geceleri ama O duyardı. Hıçkırıkları boğazında düğümlenmiş kaç gece uyuyakalmıştı hiç hatırlamıyordu. Ne olduysa anlayamadı ama karınlarını doyurmaya başladılar yeniden. Anneleri bakıyordu onlara. Toktular ve üşümüyorlardı. Ama ağlamayı da unutmamışlardı. Yine bir gece tanımadığı seslerle uyandı. Belli belirsiz ve yabancı bu sese doğru yöneldi, kapı aralığından baktığında sırtı dönük ve yarı çıplak bir adam ilişti gözüne. Annesine sarılmıştı. Annesi de O’na. Garip iniltiler geliyordu ikisinden. Babasıyla dahi görmemişti annesini böyle çırılçıplak. Avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu ama sesi çıkamadı. Kulaklarına yapışan uğultu ve fırtınanın sesi artık hiç yalnız bırakmayacaktı Onu. Sabah sofraya oturduğunda hiç konuşmadı ve annesinin yüzüne bakmadı. Küçük kız kardeşinin neşeli konuşmaları dahi bu uğultuyu kesmeye yetmedi. Evde geçirdiği son gündü. Gitti ve bir daha da dönmedi. Yüreğini de bırakmadı geride. Zaten yürek de kalmamıştı o küçücük bedeninde. Ruhsuz, duygusuz, kinle ve umarsız büyümeye doğru yola çıktı. Tüm bunları hatırlamak güçsüz bıraktı yaşlı bedenini. Uyuyakaldı beton yatağının üzerinde.
Uyandığında küçük dostunu bekler buldu. Nerden çıkmıştı bu kız? Nasırlaşan kalbini yumuşatmasının ne alemi vardı? Sırası mıydı?
--Ali amca! Sen de yemek ister misin?
Diye çınladı sesi avluda. Sonra cevap bile beklemeden her zamanki soru yağmuru. Ayağı yoruluyor muymuş? Ne zaman çıkaracaklarmış o zinciri… Helva sever miymiş? Seksek oynamayı bilir miymiş? Çocuğu var mıymış?
Ağzı açık dinlerken bu güzelliği O’nun da kendisine her geçen gün bağlandığını, ağabeyine gelmekten daha hevesli kendisine geldiğini görüyor ve korkuyordu. Alışmamalı ve alıştırmamalı idi. Kendisini bekleyen kaçınılmaz sona O ‘nu hazırlayamazdı ki… Ya niye öldüğünü sorduğunda anlatırlarsa her şeyi. Hiç değilse öldükten sonra utanmamalıydı…
Öyle ya o fırtınalı geceden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı. Bilmediği dağlarda, bilmediği adamlarla büyümüştü. Mağarada kalmayı, avlanmayı, silah tutmayı, çalmayı, vurmayı öğrenmişti. Bedeni büyüyüp ruhuna ayak uydurduğunda etrafa nam salmış en azılı eşkıya olmuştu. Oldukça yakışıklı olduğunu söylerlerdi. Çekiciliğine kapılan kadınların çokluğu da bundandı. Oysa O tek bir amaç için yaşıyordu artık: Kadın ırkına hak ettiği cezayı vermek!
Evli kadınları kaçırıyordu hep. Namlu şakakta, sürükleye sürükleye. Bir mağaranın soğuk taşlarında sahip oluyordu bedenlerine. Yalvarmalarına, ağlamalarına bakmadan, eşlerini çocuklarını düşünmeden. Çünkü hepsi bunu hak ediyordu. Hem kendisini düşünen olmuş muydu? Tüm kadınlar güvenilmezdi ve ölmeyi hak ediyorlardı. Hem de en acısını… İşte bunun için kızgın yağ dökerek öldürüyordu sahip olduğu kadınları. Acılarından keyif alarak. Cellâtlarından iz bırakarak. Yağ yanığı bedenlerine atılmış bir imza idi Eşkıya Ali’den. Bir tek keşkesi vardı; o da annesine bunu yapamamış olmasıydı. En çok O hak etmişti böyle bir ölümü.
Sayısını hatırlamadığı ölümlerden sonra hiç ummadığı bir şekilde yakalandı. Hem ne önemi vardı öldürdüğü kadınları tek tek hatırlamanın. Mahkemede de konuşmadı. Ne inkar ne ikrar. Ne anlatacaktı? Kime anlatacaktı? Anlarlar mıydı ki? İdam hükmü okunduğunda da kayıtsız kaldı. Belki O da hak etmişti bu sonu ama hak edenlere hak ettikleri cezayı da vermişti ne de olsa…
İlk kez bir talebi oldu gardiyanlardan. Artık küçük kızı görmek istemiyordu. Başka yere nakledildiğini söylemelerini istedi. O günden sonra infaz sabahına kadar hiç havalandırmaya çıkmadı. Uzaktan içi titreyerek sesini dinledi küçük dostunun. Sehpaya çıktığında da yüzü belirdi tüm masumiyetiyle gözünün önünde. Bir kaç damla yaş süzüldü gözünden. O masum yüzde tüm kadınları gördü. Bu O ‘nun ilk ve son pişmanlığı oldu.
Şevkiye Özak
Hits: 29515