Siz bu yazıyı okurken, Ankara’da, Türkiye Barolar Birliği salonlarında, “hukuk” ile “sanat”ın buluşması yaşanıyor olacak.
12 Eylül faşizminin kaleme alıp, bin türlü baskı, yasak, tehdit eşliğinde gerçekleşen düzmece bir referandumla, halk tarafından “evet”lenen, sonradan gelenlerin asla yüzleşemediği-değiştiremediği, o günlerin şakşakçılarının, bugün “değişsin” iki yüzlülüğüyle laklakiyata boğulduğu, korkak, ruhsuz ve antidemokratik bir anayasaya sahibiz. Bu anayasa sayesinde ve gölgesinde, bir ülke her türlü olumsuzluğu sonuna dek yaşamış, hayatın her alanında korkunç bir geri kalmışlığın batağına sürüklenmiştir. Gerçeği kirleterek, “% 92 ile halkımız onayladı” palavrasını alkışlayanların, dün “Halkımız değişim istiyor” yalakalığına soyunmasını, bugünse “Yetmez ama evet”ten “Bu kadar da olmaz ama” şaşkınlığına savrulmasını, ibretle izlemekteyiz. Liberal Çiftlik korosunun iltifatına mazhar olmuş, “İleri Demokrasi” soslu dönüştürme girişimleri, bugün çorbaya dönüp fıslamışsa, ağlaşmaların ülke ve halk yararıyla, elbette hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü maksat, buram buram “karşı devrim”dir. Bulunan noktadan daha da geriye gidişin vitesini yükseltme çabaları, halkın ve hayatın hız tümseklerine toslamıştır. Demokrasinin yalnızca sandık ve oydan ibaret olmadığı, kibir ve kabadayılığın, içeride veya dışarıda bir işe yaramadığı görülmüştür. Yaşadıkları çaresizliğin, paniğin ve zincirden boşalmış sinir nöbetlerinin gerekçesi budur. Nâzım Hikmet’in “Taranta Babu’ya Mektuplar”ı neden yazdığını, bugün bir daha anlıyoruz. “Mussolini çok konuşuyor Taranta Babu, çok korktuğu için çok konuşuyor!”
Gerçeği görmekten kaynaklanan itirazlar ve direnişler yanında; “İleri demokrasi”den nemalanma sevdalılarının, dinsel, etnik ve şoven etiketli tırtıklama aç gözlülüğü, işi çarşafa dolaştırmıştır. Şimdi koskoca ülke, her şeyin yeterince kıvama geldiğine inananların, her türlü etikten, izandan ve insaftan nasipsiz, çadır-içi paylaşım kavgasını izlemektedir. Bu “cambaza bak” hokkabazlığından, demokrasi, insan hakları, çağdaşlık, barış ve ilerleme devşireceklerini sananların adını da, halk ve tarih koyacaktır.
Bütün bunlar olup biterken, yasalar, yasa tasarıları yasa hükmünde kararnameler, yazılı-yazısız talimatlar ile hayatın her alanı, dönüştürülmeye çalışılmaktadır. “Turnusol Günleri” adını verdiğimiz bu süreç, yarılmalar, ayrışmalar, onulmaz uçurumlar yaratmasıyla kabus; mücadele yol ve yöntem arayışlarının, niyet ve solukların sınanmasının, kalibre ve tıynetlerin kristalize olmasının, nihayet büyük buluşmaların kapısını açmasıyla da umut taşımaktadır. Bunun için parmak kaldıranlara, söz ve eylem üretenlere, bedel ödeyenlere, elbette birer işaret fişeğine dönmüş “gidenlerimiz”e, selam olsun!
Bugün Ankara’da yaşanacak olan buluşma, ne yalnızca hukuka, sanata, kurumlarına ve emekçilerine don biçilmesine itiraz, ne de çıkarılmaya çalışılan yasalar ile yaratılmaya çalışılan sansür ve otosansür iklimini tadilat amacı taşımaktadır. Hayatın temel alanlarından “hukuk” ile “sanat”ın buluşması, topyekun hayatı savunmanın ve yeniden inşa etmenin irade beyanı olmalıdır. “Güçbirliği Deklarasyonu” ve “İşbirliği Protokolü”, bu beyanın ete kemiğe bürünmesinin manifestosudur. İçine yuvarlanmaya çalışıldığımız kaosu çözecek anahtarlar bellidir: “Özgürlük” ve “Özerklik”.
Bütün bunlar bir günde, birbirinden nitelikli örgütlerin toplanmasıyla, çok değerli 33 bilim, hukuk ve sanat insanının konuşmasıyla çözülmeyecek elbette. Asıl iş, bundan sonra başlayacaktır.. Dünün birikimi, bugünün getirdikleri ve yarına dair tasarıların harmanlanması, hepimizin önüne bir güzergah çizecektir. Günü mü kurtaracağız, geleceği mi kuracağız? Bu sorunun yanıtını aramayla başlanmalıdır işe. Bir ülkenin insanlık bahçesindeki yeri, hukuk ve sanat kalitesine bağlıdır. O yeri, ancak ve ancak hep birlikte yaratabiliriz.
Çünkü bizim ülkemizden, ülkemizin bizden başka kimsesi yok!
Haluk Işık/ sol Haber