ODTÜ’de görev yapan Doç. Dr. Pınar Bedirhanoğlu, AKP dönemindeki yolsuzluklarda kurulan ilişkinin niteliğine bakılması gerektiğini söylüyor
Yolsuzluk söyleminin yeni sağ söylemde özgün bir yere oturduğuna işaret eden Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) öğretim elemanı Pınar Bedirhanoğlu, AKP döneminde ortaya çıkan yolsuzlukların meşru gösterilmesine dikkat çekerken bu dönemde yolsuzlukların normalleştirildiğine dikkat çekiyor.
»Yeni sağ söylemin klasik sağ söylemden farkını özetler misiniz?
Yeni sağı, yeni liberalizmle (bundan sonra neoliberalizm) muhafazakarlığın evliliği olarak tanımlarsak, bu sorunun yanıtını verebilmek için öncelikle neoliberalizmin yolsuzluk söyleminin temel savlarını tespit etmek gerekmektedir. Neoliberal yolsuzluk söylemi, 1990’lardan itibaren OECD, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların müdahaleleriyle yolsuzluğun küresel bir gündem haline getirilmesi sürecinde belirginleşmiştir. Buna göre, yolsuzluğun kökeninde, insanın öncelikle kendi çıkarlarını korumaya dayanan bencil doğası bulunmaktadır. İnsana atfedilen bu doğal refleks, rekabetçi piyasa koşulları içinde etkinliği ve üretkenliği artıran olumlu bir etki yaratırken, devlet bürokrasisi sözkonusu olduğunda rantiye ilişkileri besleyen olumsuz bir dinamik haline gelir. Kamusal yetkinin kişisel, özel çıkarlar için kötüye kullanılmasının bürokratların da temel reflekslerini tanımlayan bu bencil insan doğası nedeniyle kaçınılmaz olduğunu kabul eden neoliberaller açısından yolsuzluk, zaten hiçbir zaman ortadan tamamen kaldırılabilecek bir sorun değildir. Bu nedenle yapılması gereken, devletin kanun yapma ve bunları koruma dışındaki tüm yetkilerinin giderek piyasaya devredilmesi, devlet yetkisinin kullanıldığı siyasi süreçlerin şeffaflaştırılarak, sivil toplum denetimine açılmasıdır.
Yolsuzlukla mücadele, bu tür bir neoliberal söylem üzerinden, 1990’lardan itibaren özellikle Türkiye gibi geç kapitalistleşen ülkelerde devletlerin piyasacı bir mantıkla yeniden yapılandırılması politikalarını meşrulaştıran araçsal bir işlev edinmiştir. Öte yandan, yolsuzluk söyleminin neoliberaller eliyle bu şekilde araçsallaştırılması yeni bir siyasi refleks değildir. Zira, yolsuzluk hakim sınıflar için her zaman başka siyasi gündemleri, hedefleri meşrulaştırmak üzere kullanılan bir araç olagelmiştir. Siyasi rakiplerin yolsuzlukla suçlanarak gözden düşürülmeye çalışılması bunun en tipik ve gündelik örneklerindendir.
Neoliberalizmin kaçınılmaz ve doğal bir durum olarak normalleştirdiği yolsuzluğun, piyasa merkezli siyasi “refomlarla” kontrol altına alınmak bir yana, 1990’lardan itibaren palazlanan bir sorun haline gelmesine paralel olarak, yolsuzlukla mücadele giderek muhafazakar bir içerik kazanmaya başlamıştır. Türkiye’de 2001 krizi sonrasındaki süreçte AKP’nin yolsuzlukla mücadele sloganıyla iktidara gelmesi bu sürecin bir parçası olarak yorumlanabilir. Milli Görüş geleneğinin milli iktisat çizgisiyle bağını kopartanlar tarafından kurulan AKP, bir yandan neoliberal iktisadi politikaları bütünüyle sahiplenmiş, bir yandan da neoliberalizmin kaçınılmaz kabul ettiği yolsuzluk sorununa karşı İslamcı/muhafazakar toplumsal kontrol mekanizmalarını işe koşabileceği umudu yaratmıştır. Türkiye’de halen sıcak bir gündem olmaya devam eden ve karşılıklı yolsuzluk suçlamalarıyla gelişen Cemaat-AKP çatışması, başka sonuçlarının yanısıra bu umudun içinin boşluğunu açık bir biçimde gözler önüne sermiştir.
»Yolsuzluğun ve yolsuzlukla mücadelenin 1990’lardan itibaren uluslararası kuruluşlar tarafından öncelikli bir küresel mesele olarak tanımlanmaya başladığını söylediniz. Bunun nedenleri nedir?
Neliberal yazarlar, yolsuzluğun 1990’lardan itibaren küresel ölçekte kazandığı önemi genellikle küreselleşme ve küreselleşmenin doğal uzantısı olarak kabul ettikleri demokratikleşme süreçleri ile açıklarlar. Neoliberaller tarafından dile getirilen bir diğer ilginç ancak ibret verici sav da, Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, Batılı devletlerin jeopolitik önemleri nedeniyle o güne kadar işbirliği yapageldiği pek çok Üçüncü Dünya ülkesindeki yolsuzluklara artık göz yummamaya başladıklarıdır.
Neoliberal küreselleşme sürecini olumlama işlevi gören bu savları bir kenara bırakıp somut tarihsel sürece ilişkin eleştirel bir değerlendirme yaptığımızda karşımıza oldukça ilginç bir tablo çıkmaktadır. Yolsuzluk, 1990’ların başında uluslararası ölçekte öncelikle çokuluslu şirketlerin pratik kâr kaygıları nedeniyle önem kazanmaya başlamıştır. OECD tarafından 1994’te kurulan Rüşvet Üzerine Çalışma Grubu, bu çerçevede atılan ilk uluslararası adımdır ve tüm üye ülkelerde rüşvetin vergi indirimine tabi olmasına son verilmesini ve yabancı memurlara rüşvet verilmesinin suç sayılmasını sağlamayı kendine hedef edinmiştir. Bizzat neoliberal yazarlar tarafından dile getirildiğine göre, bu tür girişimlerin arkasında yolsuzluk alanındaki farklı ülkesel uygulamalardan yakınan ve özellikle Avrupalı şirketler karşısında haksız rekabete maruz kaldıklarını ileri süren Amerikalı siyasetçiler ve ihracatçılar bulunmaktadır. Sorun, basitçe, başka ülkelerde verdikleri rüşvetleri muhasebeleştirme ve kârlarından düşme imkanına sahip olan Avrupalı şirketler karşısında, ABD şirketlerinin bu imkandan faydalanamıyor olmalarıdır. Bu sorunun, Doğu Bloku’nun yıkılışı sonrası eski sosyalist ülkelerde ortaya çıkan yeni sermaye birikim imkanlarından pay kapma kaygıları içinde özellikle aciliyet kazandığını tahmin etmek zor değil.
Neoliberal yolsuzluk söyleminin, rantiye devlet tartışmalarından beslenmeye başlaması 1997 Doğu Asya Krizi sonrasına denk düşer. Bu kriz sonrası yolsuzluk, neoliberal finansal serbestleşme politikalarına karşı özellikle IMF’yi hedef alan sert eleştirileri bastırmaya yönelik yeni bir hegemonya stratejisinin itici gücü haline gelmiştir. IMF bu eleştirilere cevaben, krizin yanlış finansal politikalar nedeniyle değil, bölge ülkelerinde devletle iş dünyası arasında kurulan ahbap-çavuş ilişkileri sebebiyle patlak vermiş olduğunu, bu durumun başarılı bir serbestleşme sürecinde hükümetlerin ve mali kurumların şeffaflığının ve açıklığının ne kadar önemli olduğunu gösterdiğini ileri sürmüş; bu sava dayanarak yolsuzluk sorununu iyi yönetişim kavramı etrafında örülen ikinci kuşak neoliberal reformların temel gerekçelerinden biri haline getirmiştir.
Krizi takip eden yıllarda başta Dünya Bankası olmak üzere pek çok uluslararası ve hükümetlerdışı kuruluş, bu yolsuzluk tanımı etrafında hareket etmeye başlamış, yolsuzluk tartışmalarının saptırıcı ve yeniden kurucu gücü sayesinde neoliberalizm bir süre daha güçlü bir sermaye projesi olarak kendini yeniden üretmeye devam etmiştir. Neoliberal politikaların uygulanma hızının, Doğu Asya Krizi’nin ardından Rusya, Türkiye ve Arjantin gibi ülkelerde peşpeşe patlak veren finansal krizlere rağmen yavaşlamak yerine ivmelenmesi bunun bir göstergesi olarak düşünülebilir. İlginç olan, krizlerin sorumlusunun neoliberal politikalar değil, bu ülkelerde hakim olan yolsuzluk ilişkileri olduğu yönünde geliştirilen neoliberal savunma refleksinin, bu ülkelerdeki krizlerde de tekrar işe koşulması ve benzer “başarılara” imza atmasıdır. Türkiye’de 2001 krizi sonrası Kemal Derviş tarafından hayata geçirilen neoliberal politikaların, Türkiye’deki rantiye devlet-sermaye ilişkilerine panzehir olarak sunulması bu açıdan iyi bir örnektir.
Bu noktada, 1990’lardan itibaren küresel ölçekte iş görmeye başlayan neoliberal yolsuzluk söyleminin, Avrupa-merkezci ve kültürelci niteliğine dikkat çekilmelidir. Neoliberal yolsuzluk söylemini yeniden üreten önemli kuruluşlardan biri olan Uluslararası Saydamlık Örgütü yolsuzluğu endüstrileşmiş ülkeler için ciddi, gelişmekte olan ülkelerle eski sosyalist ülkeler için ise kriz boyutunda bir sorun olarak tanımlamaktadır. Daha açık bir ifadeyle, yolsuzluğun yapısal ve kültürel bir sorun olarak ortaya çıktığı ülkeler, esas olarak, yeterince gelişememiş Güney ülkeleridir; gelişmiş Kuzey ülkelerinde yolsuzluk görülse bile, bu, önemli ancak istisnai bir durumun ifadesidir. Bu savın temelsizliği, 2002 yılında A.B.D.’de patlayan Enron ve Worldcom skandalları ile açığa çıkmıştır. Büyüklükleri ve karmaşıklıkları dikkate alındığında, yolsuzluğun gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkan bu örnekleri, en az Güney ülkelerindekiler kadar önemli ve sistematik bir soruna işaret etmektedir. Bu nedenle, Güney ve Kuzey ülkelerindeki yolsuzluk pratiklerini “daha profesyonel ve ileri teknik bilgi gerektiren” yolsuzluk biçimleriyle, daha “ilkel ve kaba” yolsuzluk biçimleri arasındaki farklılıklar etrafında anlamaya çalışmak daha ufuk açıcı olacaktır.
Neoliberal yolsuzluk gündeminin 1990’lardaki tarihsel gelişme çizgisi, yolsuzluğun ancak sermayeler arası rekabetin konusu haline geldiği durumlarda kendi başına ve doğrudan bir sorun olarak ele alındığına dair önemli ipuçları sunmaktadır. Öte yandan, sermayenin bu yöndeki kaygılarının, gerçek bir yolsuzlukla mücadele gündemini tetiklediğini düşünmek de safdillik olur. Ellen Meiksins Wood’un ifadesiyle, “kapitalizm itici gücünü rekabetten alıyor olsa da sermaye her zaman rekabeti engellemeye çalışır.” Bu nedenle, tekil sermaye gruplarının yolsuzluk karşısındaki öncelikli reflekslerinin, rekabet koşullarını yolsuzluk karşıtı stratejilerle mükemmelleştirmek yerine, meseleyi mümkün olduğu ölçüde kendi aralarında yaptıkları piyasa paylaşım anlaşmalarıyla idare etmek olduğunu varsayabiliriz.
»Yeni sağın yolsuzluklarla kurduğu pratik bağ nedir?
Bu sorunun yanıtını tartışmaya da öncelikle neoliberalizmin yolsuzluklarla kurduğu pratik bağı tespit etmeye çalışmakla başlayabiliriz. Bu çerçevede vurgulanması gereken ilk nokta, 1980’ler ve 1990’larda özelleştirme, finansal ve ticari serbestleşme politikalarını hayata geçiren pek çok ülkede yolsuzluğun kontrol altına alınmak bir yana, iyice artmış ve sistematikleşmiş olduğudur.
Örneğin, Türkiye’de yolsuzluk konusu, Özdağlar olayı, F-16 uçak alım ihalesi için Amerikan General Dynamics Şirketi’nin ödediği rüşvetler, hayali ihracat ya da Banker Kastelli’nin iflası gibi skandallar nedeniyle yeni sağ ANAP iktidarının işbaşına geldiği 1983’ten itibaren en canlı gündem maddelerinden biri olmuştur. Nedim Şener Tepeden Tırnağa Yolsuzluk başlıklı kitabında neoliberal dönemde Türkiye’de yaşanan yolsuzluk skandallarını kapsamlı bir biçimde incelemektedir. Arjantin’de Menem, Brezilya’da Collor de Mello ve Venezüella’da Perez gibi liderlerin neoliberal reformları hızla hayata geçirmeye başladıkları 1980’lerin sonlarından itibaren Latin Amerika ülkelerinde de yolsuzluk iddiaları bariz bir artış göstermiştir. Rusya neoliberal içerikli şok terapi programının başlatıldığı 1992’den itibaren, çok boyutlu yolsuzluk iddiaları ile sarsılmaya başlamıştır.
Neoliberal kuramcıların kendi savlarıyla çelişen bu gelişmelere verdikleri en kestirmeci yanıt, bu ülkelerde reform sürecinin başarılı bir şekilde hayata geçirilmemiş olmasıdır. Yani, fatura yine temel projeye değil, bunu yanlış uygulayanlara kesilmektedir. Bu konuda dile getirilen bir başka liberal sav ise, devletin ekonomiye müdahalesini azaltmayı hedefleyen serbestleşme sürecinin neoliberal politikaların hayata geçirilmesi için devlete gereksinim duyulduğu ölçüde, aslında devletin ekonomiye daha yoğun müdahalesini beraberinde getirdiğidir. Eski Doğu Bloku ülkelerindeki yolsuzluk sorununun analizi ile sınırlı gibi görünse de, Dünya Bankası’nın 2000 tarihli bir raporunda kısmen kabul ettiği bu görüşe göre, bu ülkelerde “piyasa ekonomisinin geliştirilmesi, yeni siyasi ve toplumsal kurumların oluşturulması ve toplumsal varlıkların yeniden dağıtımı süreçlerinin eşzamanlı yaşanması” yolsuzluk için uygun bir ortam sağlamıştır. Neoliberal politikalarla, yolsuzluğun artışı arasındaki olumlu ilişkiye dair bu tespitler bir tür özeleştiri olarak önemli olmakla birlikte, neoliberal yazarlar tarafından basit bir vade sorunu etrafında geçiştirilebilmektedir. Zira, bu yöndeki eleştirilere yanıt olarak, neoliberaller yolsuzluğun artışını, dönüşüm dönemine özgü, kısa ve orta vadeli bir sorun olarak kabul etmekte, rekabetçi piyasa mekanizması yerleştikçe yolsuzluğun uzun vadede kontrol altına alınacağını ileri sürmektedirler.
Bu noktada, hem yeni sağın yolsuzlukla kurduğu pratik ilişkiye hem de Türkiye’de AKP ve Gülen Cemaati arasında karşılıklı yolsuzluk suçlamaları üzerinden süregiden çatışmaya dönersek, uluslararası sermaye çevreleri tarafından uzun süre başarılı bir siyasi dönüşüm örneği olarak olumlanan 11 yıllık AKP iktidarının bugün karşı karşıya kaldığı bu derin krizin, yolsuzluğun neoliberal politikalarla kontrol altına alınmasını bir vade sorununa indirgeyen yaklaşımlara en sert yanıtlardan birini oluşturduğunu vurgulamak gerekmektedir.
Öte yandan bu yorum, bugün Türkiye’de yaşanan sürecin, 1980’lerde Özal döneminde yaşanan ya da 1990’lara damgasını vuran neoliberalizm-yolsuzluk sarmalının basit bir tekrarı olduğu anlamında da okunmamalıdır. Sürecin bütünlüklü bir çözümlemesini yapmak için henüz çok erken olsa da, AKP dönemi yolsuzluklarının tarihsel özgüllüklerini kimi kritik sorular üzerinden düşünmeye çalışabiliriz. Örneğin, 1980’lerden AKP dönemine kadar Türkiye’de yaşanan yolsuzluk pratiklerini, şimdiye kadar çizdiğimiz tarihsel ve kuramsal çerçeve içinde anlamlandırmak mümkün görünmektedir. Özal’ın sıkça hatırlatılan “Benim memurum işini bilir” açıklamasını, yolsuzluğu bencil insan doğasına referansla gündelikleştiren ve kaçınılmazlaştıran neoliberal yolsuzluk söyleminin avam bir yeniden üretimi olarak düşünebiliriz. Acaba aynı tarihsel ve kuramsal çerçeve, AKP dönemi yolsuzluklarını anlamak için de kolayca kullanılabilir mi? AKP’nin kentsel dönüşüm politikalarına, yoksulluğu idare etme sürecinde hayata geçirdiği oy karşılığı sadaka dağıtım pratiklerine ya da yeşil sermaye grupları ile hükümet arasında kurulan rantiye ilişkilere içkin yolsuzluk örnekleri bu soruya “evet” yanıtı verilebileceğini akla getirmektedir. Öte yandan, tüm bu yolsuzluk pratiklerinin en tepeden en aşağıya kadar yüz yüze ilişkiler üzerinden kurulan siyasi bir hiyerarşi ağı içinde gerçekleştiğine ya da ihalelerden alınan komisyonların ortak havuzlarda toplanarak yoksulluğu idare etmek için uygulanan muhafazakar siyasi pratiklerin finansmanında kullanıldığına ilişkin gözlemler, AKP dönemi yolsuzluklarının özgül tarihsel yönlerini gözden kaçırmamak gerektiğine işaret etmektedir. Bu ortak komisyon havuzlarının da kişisel çıkarlar için kötüye kullanıldığını, dolayısıyla kendi içinde yolsuzluklara konu olduğunu tahayyül etmek zor olmasa da, bu ve benzeri pratiklerin basitçe neoliberal dönüşüm-yolsuzluk sarmalı içinde anlamlandırılması kolay değildir. Bu durumda acaba bu pratikleri, Türkiye’de devlet biçiminde köklü bir dönüşünüm ifadesi olarak değerlendirip, Türkiye kapitalizmi koşullarında kırık dökük de olsa 2000’lere kadar varlığını sürdüren burjuva liberal devlet formundan, geriye dönük İslamcı bir kaçış olarak yorumlamak mümkün olabilir mi? Devletin artık tüm yurttaşların değil, AKP’yi destekleyenlerin devleti haline geldiğine -dolayısıyla da özelleştiğine ve kişiselleştiğine- dair AKP’ye yöneltilen siyasi eleştiriler, bu soruya olumlu yanıt verilmesi durumunda yeni anlamlar kazanabilirler.
»Yeni sağın yolsuzluk söylemine karşı alternatif bir söylem nasıl geliştirilebilir?
Daha önce de tartıştığımız gibi, gerek yeni sağ, gerekse neoliberalizm yolsuzluğu kişisel düzeyde ele alınması gereken bir sorun olarak tanımlarlar. Neoliberalizm bencil insan doğasına referansla yolsuzluğu kaçınılmaz kabul ederken, İslamcı muhafazakar yeni sağ bu doğal refleksin muhafazakar, dinsel toplumsal kontrol mekanizmalarıyla önlenebileceğini düşünür. Yolsuzluk liberaller tarafından, sadece Güney ülkeleri ile eski sosyalist ülkeler sözkonusu olduğunda sistemsel bir sorun olarak tartışılır. Yolsuzluğun bu şekilde kısmi bir sorun olarak ele alınması, bu tür “istisnaların” ortadan kaldırılması durumunda kapitalist toplumsal üretim ilişkileri içinde bir tür adaletin ve iyi yönetimin mümkün olduğu yanılsamasını yeniden üretmektedir. Başka bir ifade ile, yolsuzluğun siyasi düzeyde bu şekilde istisnalaştırılması, “sistemin kendisinde sorun olmadığı, insanlar eliyle bozulduğu” fikri üzerinden kapitalist toplumsal üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin şekillendirdiği tarihsel bir biçim olan liberal burjuva devleti meşrulaştıran bir etki yaratmaktadır. Sağ, yenisiyle ve eskisiyle, bu söylemi sorunsuzca sahiplenmektedir.
Sol yolsuzluk sorununa genellikle daha bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşır ve sorunun kapitalizm içinde çözülemeyecek bir mesele olduğunun altını çizer. Neoliberal dönemin özelleştirme, finansal serbestleşme gibi sermaye yanlısı politikalarını çözümlerken, Marx’ın ilkel birikim ya da Harvey’nin mülksüzleştirerek birikim gibi kavramlarından faydalanır ki bu kavramlar neoliberal dönemde sistematik hale gelen yolsuzluk mekanizmalarını anlamak için de çok işlevseldir. Bence bu nedenle mevcut sorun, alternatif bir sol yolsuzluk söylemi eksikliği değil, bunun kapitalizm karşıtı hegemonik bir stratejiye dönüştürülememesidir.
Ben bunun olabileceğine dair iyimserim ve bu iyimserliğin temelinde sadece Gezi sonrası güçlenen toplumsal muhalefet pratikleri değil, bizzat emekçi sınıfların yolsuzluklar karşısında geliştirdiği alaycı kanıksama hali bulunuyor. Bu kanıksama hali genellikle atalet, apolitiklik olarak yorumlanarak olumsuzlanır ama bunu başka türlü düşünmek de mümkün. Bu alaycı kanıksama halini, hakim sınıfların olağanüstüleştirmeye, istisnaileştirmeye çalıştığı yolsuzluğun normalleştirilmesi yoluyla verilen sınıfsal bir refleks olarak da yorumlayabiliriz. Bu normalleştirmenin, daha önce tartıştığım neoliberal normalleştirmeden önemli farkı, tek tek yolsuzluk pratiklerinin ötesinde kapitalizm içinde adil, eşitlikçi ve iyi bir yönetimin mümkün olduğu yanılsamasına karşı sezgisel, sağduyusal olarak geliştirilen, bu idealin imkansızlığına vurgu yapan bir normalleştirme olmasıdır. Hakim neoliberal yolsuzluk söylemi, bu sezgisel sınıf refleksinin bencil insan doğası üzerinden dile tercüme edilmesi konusunda başarılı olduğu ölçüde radikalleşmesini engelleyebilmektedir. Bu durumun tersine çevrilebilmesinin sol muhalafete büyük bir güç kazandıracağını düşünüyorum.
***
Gökçek’in sayaçla imtihanı!
chp’li Kemal Kılıçdaroğlu ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, 2008 yılının Aralık ayında Uğur Dündar’ın yönettiği Star TV Ana Haber Bülteni’nde canlı yayında karşı karşıya geldi. Gökçek, Kılıçdaroğlu’nun doğalgaz konusundaki iddialarını yanıtladı. Uğur Dündar, programın başında sadece doğalgaz sayaçları ve onun bağlantıları ile ilgili tartışma yapılacağını ve siyasi üsluba özen gösterilmesini istedi. Gökçek, “Bugün kısmet o belgelerini sunacak ben de konuşacağım. Başka konu varsa o zaman yeni iddialarını dile getirir ve yine geliriz” dedi. Kılıçdaroğlu, ise sadece İstanbul’da 6 bin 500 tane bilboard bulunduğunu kaydederek, “Tanesi haftalık 3 bin 240 TL’ymiş. 2 milyon 104 bin 500 TL kirası sadece İstanbul’un. Gökçek bunun nereden ödeyecekti” dedi.
Kılıçdaroğlu, Melih Gökçek’e şunları sordu: “Doğalgazda, Sayın Gökçek ihaleye çıkıldı. İlk ihale 224,5 dolar. Dünyada bu sayacı 224 dolara alan bir belediye var mı? 224,5 dolar, bu uluslararası piyasada alay konusu oluyor da. ‘Ankara fiyatı’ olarak anılıyor. Şimdi 224.5 dolara alıyorsunuz ve 300 dolara Ankara halkına satıyorsunuz. Dünyanın hangi ülkesinde bir büyükşehir belediye başkanı 300 dolara bu ön ödemeli sayacı satar? Ben neden böyle bir sayaca ihtiyaç duyulduğunu merak ediyor ve öğrenmek istiyorum.
***
Deniz Feneri yolsuzluğu sınırları aştı
Türkiye sağının yolsuzluk aşkı dizisinin son gününde AKP döneminde yapılan yolsuzluklarla ilgili hikayeleri sizlere sunmak istedik. Ancak yerimizin darlığından dolayı burada sadece en dikkat çekenlerine yer verebildik. AKP döneminde yapılan ve bazılarında AKP’li isimlerin bizzat isimlerinin geçtiği yolsuzluklardan en öne çıkanlar şöyle:
Deniz Feneri 2000’li yıllarda AKP’li isimlerin de sıkça övdüğü yardım iddiasıyla para toplayan bir yapılanmaydı. AKP döneminde daha fazla görünmeye başlayan yapılanma Avrupa’da Türkiye yurttaşların yoğun olarak yaşadığı yerlerde de faaliyet gösteriyordu. Bu yapılanmanın ismi 2007 yılında büyük bir yolsuzluk iddiasıyla gündeme geldi. 2007 yılında Frankfurt savcılığının, Frankfurt’ta merkezi bulunan Deniz Feneri e.V derneğini, “kara para aklama ve dolandırıcılık” soruşturmasıyla ilgili olarak basmasıyla Türkiye gündemine Deniz Feneri davası olarak bilinen yolsuzluk olayı girdi. Savcılığın hazırladığı iddianamede, dernekle birlikte Euro 7 televizyonunun, reklamlar, internet ve gazete gibi yollarla derneğe bağış çağrısında bulunduğu, bu çağrı yapılırken, Türkiye’de, Pakistan’da ve diğer ülkelerdeki yardıma muhtaç insanlar kısmen gösteriliyor ve onlara nasıl ve nelerle, hangi yollarla yardım edilebileceği söyleniyordu. Bağışların banka havalesi ile veya nakit verilerek yapılacağı açıklanıyordu. Dernek tarafından verilen hesap numaralarına yekün olarak 41 milyon 400 bin avro bağış havale edilmişti. İddiaya göre, toplanan bu paraların yalnızca yüzde 40’ı bağış için kullanılmış, geri kalan paralar ise dernekle ilişkideki şirketlere aktarılmıştı. Eylül 2008’de derneğin muhasebe sorumlusu Firdevsi Ermiş yardım için toplanan paralarla gayrimenkul alındığını ve şirketler kurulduğunu itiraf etti. Dernek yöneticilerine dolandırıcılık ve haksız kazanç elde etmek suçundan hapis cezaları verildi. Mehmet Gürhan 5 yıl 10 ay, Mehmet Taşkan 2 yıl 9 ay, Firdevsi Ermiş ise 1 yıl 10 ay hapis cezası aldı. Mahkeme derneğin mal varlığına kamu adına el koyarak bunların yönetimini kayyuma devretti.
Zahid Akman bağlantısı
Davanın sanıklarından Sanık Ermiş, bütün işlerin başında, Türkiye’deki Kanal 7 yöneticileri Zekeriya Karaman, İsmail Karahan, Mustafa Çelik ve Harun Kapuyoldaş’ın olduğunu öne sürdü. Ermiş, RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın da RTÜK Başkanlığı’na geldikten sonra Almanya’daki şirketlerde olan hisselerini resmen devrettiğini ancak fiilen ortaklığının devam ettiğini, zaman zaman da kuryelik yaptığını söyledi. Kuryelik iddiaları iddianamede de yer aldı. Ayrıca bu isimlerin Deniz Feneri Derneği’nin ilişkide olduğu bazı firmaların yönetimlerinde yer aldıkları, Türkiye’ye getirilen paraların tekrar bu şirketlere aktarıldıkları iddia edildi.
Erdoğan’ın adı geçiyor
İddianamede Başbakan Erdoğan’ın adı şu ifadelerle geçiyordu:
“02.02.05 tarihli ‘Empfangsbestitigung 2’ olarak nitelendirilen alındı belgesinde herhangi bir meblağ yazılı olmamasına rağmen Mehmet Gürhan, Firdevsi Ermiş’ten parayı, Türkiye Başbakanı’na, (2003 yılından bu yana Recep Tayyip Erdoğan) Doğu Asya’daki tsunamiden zarar görmüş, yardıma muhtaçlara dağıtması için vermek üzere aldığını tasdik etmiş. Bu konu, sanık Ermiş’ in yedinci kez ifadesi alınırken sorulmuş ve doğruluğu tasdik edilmiştir.”
***
Kârlı kömür işi
CHP İstanbul Milletvekili BirGün gazetesi yazarı Aykut Erdoğdu, Çorum’daki Dodurga Kömür Madeni’nde usulsüzlükler yaşandığını belirtti. Konuyu BirGün’deki yazısında gündeme getiren Erdoğdu, ihalede madenin sadece kapalı kömür sahasının kiralandığının belirtilmesine rağmen şartların sonradan değiştirilerek daha karlı olan açık kömür sahasının da kiralandığını yazdı. 2002 yılında madenlerin kapatılmasıyla iddia edilen yolsuzlukların gündeme geldiğini belirten Erdoğdu, Türk Ceza Kanunu’na göre, ihale sonrasında şartların şirket lehine-kamu aleyhine değiştirilmesinin suç olduğunu belirtti ve Türkiye Kömür İşletmeleri’nin bu “ani karar değişikliği”nin 10 milyar lirayı aşan bir yolsuzluğa neden olduğunu savundu. Erdoğdu, maddi zararın sebebi olarak, açık saha ihaleye dahil edilecek olsa kömür çıkartan şirketin devlete ödeyeceği paranın kapalı saha için ödenenden iki üç kat fazla olması gerektiğini gösterdi.