Öyle görünüyor ki, HSYK’yi, dolayısıyla yargıyı, şimdi olduğundan da daha büyük ölçüde yürütmenin vesayetine bırakmayı öngören teklif, Tayyip Bey’in direktifiyle, tekme, sille tokat, en kısa sürede yasamadan geçecektir.
Zaten girişimin Adalet Bakanlığı tasarısı olarak değil de teklif olarak getirilmesinin nedeni de süreyi kısaltmaktır.
Gelişmelerin TBMM’den sonraki durağı ise Çankaya’dır. Bu “teklif” olduğu gibi geçince, onay için Sayın Gül’ün önüne gidecektir.
Tabii ondan sonra bir de Anayasa Mahkemesi safhası var, ama onun pratikte bir kıymeti harbiyesi yok. Çünkü Anayasa Mahkemesi kararları geriye işlemediğinden, yasa pek büyük bir ihtimalle anayasaya aykırı bulunsa bile, HSYK’nin AKP yanlısı kadrosu oluşturulmuş olacak ve ona dokunulamayacaktır. Zaten politikalarının yürütülmesinde hep kamuoyunun saflığına güvenen Başbakan’ın da “CHP isterse HSYK’yi Anayasa Mahkemesi’ne götürsün. Zaten demokrasinin güzelliği de budur” demesi de bu yüzdendir.
Belki de zaten AYM de bu yüzden, yani nasıl olsa pratikte bir sonuç doğurmayacağından, sureti haktan görünmek için iptal kararı verecektir.
Ama bu da tıpkı nafile namazı gibi, “nafile iptal” olacaktır.
***
Bu durumda, Cumhurbaşkanı’nın tavrı daha da önem kazanmaktadır.
11.01.2014 Cumartesi günü bu köşede, “İki Cumhurbaşkanı” başlıklı yazıda, karşı karşıya olduğumuz büyük devlet krizinde, Cumhurbaşkanı’na anayasanın 104. maddesinin görevler yüklediğini söylemiş, ama Sayın Gül’ün, Deniz Baykal’a verdiği cevaptan, kendisinin bu görevleri yerine getirmeye hevesli olmadığının belli olduğunu yazmış, oysa 67 yıl önce, daha çok partili rejime geçişin ilk adımlarının atıldığı bir sırada, o zamanlar Çankaya’da oturan İsmet İnönü’nün, muhalefet ile iktidar arasındaki güven bunalımından doğan devlet krizini, Cumhurbaşkanı sıfatıyla inisiyatif alarak ve temsilcisi olduğu devletin ikisi arasındaki tarafsızlığının garantisini vererek, çözdüğünü hatırlatmıştım.
Bu görüşe karşılık, belki şu sav ileri sürülebilir:
- 1947’nin Cumhurbaşkanı İnönü ile 1982 Anayasası’na tabi cumhurbaşkanlarının yetki, etki ve tavırları aynı olabilir mi?
Bu görüşün geçerli olduğunu bir an düşünelim ve ikisi de yetkilerini 1982 Anayasası’nın 104. maddesinden alan, halef selef iki cumhurbaşkanı, Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül’e bakmak üzere geçmişe gidelim.
***
Takvimler 2000 yılını göstermektedir, mayıs ayından beri Çankaya’da eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer oturmaktadır. 2000’in yazında iktidarda bulunan Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümeti, terör, bölücülük ve irtica tehdidi gerekçeleriyle, devlet memurlarının ve hâkim ile savcıların, yargı yolu açık olmak üzere müfettiş raporlarıyla işten çıkarılmalarını kolaylaştıran bir kanun hükmünde kararname hazırlar. Ne var ki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bunu iade eder, böylelikle 9 Ağustos 2000’de hükümet ile Ahmet Necdet Sezer arasında ilk görüş ayrılığı patlak verir.
Ecevit bu kararı şaşkınlıkla karşıladığını söylerken bir kez daha irtica, terör ve bölücülük tehlikelerine vurgu yapıyordu. Bunun üzerine Cumhurbaşkanlığı’ndan şu açıklama yayımlanır:
“Sayın Cumhurbaşkanı hiçbir düşünce ve görüşün Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğü ile Atatürk ilke ve devrimleri karşısında koruma göremeyeceğinin bilincindedir ve kendisini bu yüksek değerleri koruyup kollamakla yükümlü saymaktadır. ...Sayın Cumhurbaşkanı’nın kanun hükmünde kararname taslağını geri göndermesinin nedeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinden olan ve yine koruyup kollamaya ant içtiği hukuk devleti ilkesi konusundaki duyarlılığıdır.” (İlhan Taşcı arşivi)
2000 yılı ağustosunda Ahmet Necdet Sezer’in tavrı bu olmuştu.
Bakalım 2014 yılı ocağında Sayın Abdullah Gül’ün tavrı ne olacak?