Son günlerde Türkiye, devlet erkini elinde bulunduran siyasi iktidar ile bu erki yine kendisinin destek ve teşviki ile paylaşan bir yapının güç ve iktidar savaşına tanık olmaktadır. Ne yazık ki bu güç mücadelesi; devlet kurumları, özellikle yargı ve emniyet üzerinden yürütülmektedir. Tüm yargısal gelenekler, kurallar alt üst olmuş, adalete yabancı amaç ve mülahazalar, “güç” dengeleri belirleyici hale gelmiştir. Hukuk ve yargı, ne acıdır ki bu güç savaşında “rakibi” alt etmenin bir aracı haline dönüştürülmüş, hukukun gücünün yerini gücün hukuku almıştır. Türkiye hızla kanun devleti olmaktan dahi çıkmaktadır.
Bu kargaşa ortamında, sadece toplumun çıkarları gözetilerek adalet adına yapılması gereken soruşturmalar bir silah gibi kullanılabilmekte, öte yandan siyasi iktidar, Adli Kolluk Yönetmeliği’ni değiştirerek ve çeşitli müdahalelerle kendisine ve yakınlarına suç işleme özgürlüğü ve ayrıcalığı yaratabilmektedir. Bu kargaşa ortamında kuvvetler ayrılığı hiçe sayılarak yürütme ve onun parçası olan emniyet yargıya meydan okuyabilmekte, görevlerini yapmamak için direnebilmekte, iktidar yetkilileri yargıya emir ve talimat verebilmektedir. Yargıya apaçık müdahalelerde bulunulmaktadır. Bundan önceki bazı soruşturma ve yargılamalarda bu tür müdahaleleri alkışlayanların, soruşturmanın gizliliğini, masumiyet karinesini, özel hayatın gizliliğini, tutuklamanın istisnailiğini ve daha pek çok usul kuralını, yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığını ağızlarına dahi almayanların ve önemsemeyenlerin bugün bu kavramlara sarılmaları inandırıcı olmamaktadır. O süreçlerde ortalığa saçılan delillere, ses ve görüntülere, soruşturma ve yargılamaların medya üzerinden gazete ve televizyonlarda yapılmasına ses çıkarmayanların, hukuka aykırı ve tahrif edilmiş delil iddialarına hiç kulak vermeyerek esas olanın “fiilin vahameti” olduğunu dile getirenlerin, yargı bağımsızlığını yargı hazımsızlığına dönüştürenlerin bugün söyleyebileceği hiç bir şey yoktur. Samimiyet testinden geçememişlerdir. Attıkları bumerang dönüp kendilerini vurmuştur. Bu devlet ve toplum için bir kaos ve kıyamettir. Bugün bir hukuk kargaşası ve kargaşa hukuku söz konusudur. Türkiye’yi bu duruma bu iki “güç odağı” birlikte getirmişlerdir ve ortak bir sorumluluk içindedirler. Yani kimse masum değildir. Siyasi iktidar, devlet erkini başka güçlerle paylaşmanın ve hukuku ayaklar altına almanın bedelini ödemektedir. Ne yazık ki bu bedeli ülke ve toplum da ödeme noktasındadır. Ülkemiz bunu hak etmemektedir. Unutulmamalıdır ki demokrasi sandıktan ibaret olmayıp bir denetim rejimidir ve hukuk devletinde bağımsız yargı denetimi vazgeçilmezdir. Tıpkı Meclis gibi, bağımsız yargı da millet egemenliğinin bir parçası ve seçim süreci dışında toplumun siyasi iktidarı, yürütmeyi, hatta yasamayı denetleyebilmesinin vasıtasıdır. Yürütme, iktidar denetimsiz ve istediğini yapabilen bir güç olmayıp, o da yargısal denetime tabidir. Bugüne dek pek çok kez ve ısrarla siyasallaşan, bir takım güçlerin denetimine giren bir yargının bulunduğu bir ortamda adaletten ve hukuk devletinden söz edilemeyeceğini, böyle bir ortamda hiç kimsenin hukuk güvenliğinin kalmayacağını dile getirdik. Bu sürecin şimdiki ortama yol açacağının altını çizdik ve uyarılarda bulunduk. Şimdi haklı çıkmanın üzüntüsünü yaşıyoruz. Ülkemiz ve yurttaşlarımız adına kaygı duyuyor ve uyarıyoruz: Hukuk Devletinde devlet erki başka güçlerle paylaşılamaz. Böylesi bir durumda buna imkân ve izin veren de hem siyaseten hem de hukuken sorumlu olur. Yine hiç kimse, sandık iradesi arkasına sığınarak devleti başka güçlerle yönetemez, buna izin veremez, göz yumamaz, devlet gücünü kendi amaçları için kullanamaz, yargıyı ve diğer kurumları bir silah olarak kullanamaz, hukuku amaca uygun biçimde eğip bükemez, bu amaçla değişiklikler yapamaz, yargısal denetimi reddedemez. Hukuk Devletinde siyasi iktidar ve yürütme, emniyet yargıya meydan okuyamaz, emir ve talimat veremez, soruşturmaları engelleyemez, yolsuzlukları ört bas edemez, kendisi veya yandaşları için suç işleme özgürlüğü ve ayrıcalığı yaratamaz. Kimse yargıya baskı yapamaz. Adli kolluğun mahkeme kararlarını ve bu doğrultuda savcının emirlerini yerine getirmemesi, amirlerin kolluğa bu yönde emir ve talimat vermesi (TCK 257, 260, 281 ve 283. maddelerine göre) suçtur. Konusu suç teşkil eden emir ise yerine getirilemez. Buna karşılık yargı da elindeki gücü bir baskı aracı olarak kullanamaz, keyfi davranamaz, yalnız hukukun sınırları içinde hareket edebilir. Bunun dışında bir durum kabul edilemez. Çünkü demokrasi bir kurallar rejimidir ve herkes bunlara uymakla yükümlüdür. Gelinen noktada artık tuz da kokmuştur… O halde şimdi hukuk zamanıdır. Bir kez daha belirtmek isteriz ki İstanbul Barosu sadece hukuktan yana taraftır ve tek pusulası adalettir. Bu nedenle süreci dikkatle ve kaygı ile izlerken hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, demokrasi talep ve mücadelemizi daha da artan bir kararlılıkla sürdüreceğiz. Bu sürecin, siyasetin kuşatamadığı bağımsız bir yargı ve hukukun önemini tüm topluma daha açık bir biçimde göstermiş olduğunu ümit ediyor ve tüm yurttaşlarımızı bu kavramlara sahip çıkmaya çağırıyoruz. İSTANBUL BAROSU BAŞKANLIĞI