Av. Özgür Urfa
Türk Ceza Kanunu 2005 yılında yeniden hazırlanarak Haziran ayında yürürlüğe girmişti. AKP iktidarının ilk döneminin sonlarına denk gelen bu süreç aynı zamanda AB müzakerelerinin de en hızlı olduğu dönemlerdi. Gerek Anayasa değişiklikleri, gerekse Türk Ceza Kanunu’nun baştan hazırlanmasıyla birlikte “özgürlükçü” bir dönemin temellerinin atıldığı sıkça dillendirilmekteydi.
AKP iktidarı 2007 seçimleri sonrasında iktidarını iyiden iyiye sağlama alarak, gerek Türkiye’ye dair, gerekse bölgeye dair projelerin hayata geçirilmesi amacıyla son hazırlıklarını da tamamlamıştı. Ergenekon operasyonlarıyla başlayan süreç, Odatv, Balyoz, Devrimci Karargah, KCK operasyonları ve davalarıyla hızlandı. 2007 yılında başlayan operasyonlar-davalar döneminde yaşanan hukuksuzluklar üzerine çokça yazılıp, konuşuldu. Bu yazıda ise davaların temelinde yer alan suçlara ve gelinen noktadaki değişime dair birkaç değerlendirmeye değinmek gerekiyor.
AKP davalarının temelinde yer alan suçlar esasen “hükümete karşı suç” ve “devletin irliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak” olarak iki ana başlıkta gruplandırılabilir. Ergenekon, Balyoz, Odatv davaları “hükümete karşı suç” merkezli iken KCK, Devrimci Karargah davaları ise “devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak” suçların üzerinden ilerlemekteydi.
Her ne kadar iki ana başlıkta farklı suç tipleri üzerinden yapılan yargılamalar söz konusu ise de, bütün bu siyasi davaların yürütücü öznesi ve amaçları siyasi iktidarın kendisinde ve programında ortaklaşıyordu. Siyasi iktidar, ülkeye dair olan projesinde kendisine ayak bağı olabilecek her türlü özneyi çeşitli tasniflemeler yaparak bu iki ana eksenden birine yerleştirerek siyasi bir hesaplaşmayı hayata geçiriyordu.
Bütün bu siyasi operasyonların bir diğer ortak özelliği de iktidara muhalif olan her kişi/kurumu “terör örgütü üyesi” veya “darbeci” ilan ederek, bir meşruiyet alanı yaratma çabası olarak kendisini göstermekteydi. Bu süreçle birlikte dönemin “trend” suçu “terör örgütü üyeliği-darbecilik” olarak siyasi iktidarca ortaya koyulmuştu. Siyasi iktidarın bu süreçteki en büyük başarısı ise bu iki ana eksendeki muhalifleri birbirlerine karşı “darbeci” ve “bölücü” kışkırtmalarıyla kendi operasyonlarına onay vermelerini sağlamak oldu.
AKP’nin 3. iktidar dönemiyle birlikte bütün bu siyasi davaların ve “darbecilik-terör örgütü üyeliği” suçlamaları iyiden iyiye gayri-meşru hale gelerek inandırıcılığını ve korkutuculuğunu kaybetmeye başladı. Bütün bu gelişmelerin üzerine yaşanan Haziran ayaklanması ise toplumdaki korku duvarlarının tamamen yıkılmasını sağladı. Haziran sonrasında “terör örgütü üyeliği ve darbecilik” ezberleri bozulan siyasi iktidara yeni bir saldırı başlığı gerektiği ise tartışmasızdı. Siyasi iktidarın 2007-2011 yılları arasında yürüttüğü operasyonlar sonrasında yukarıda sayılan suçlamalar yerine koyacağı “yeni suçlar” son dönem açılan davalarla birlikte kendisini göstermeye başladı.
Reyhanlı patlaması sonrasında yayınlanan belgelerle ilgili suçlanan Er Utku Kalı, Redhack operasyonunda gözaltına alınarak önce serbest bırakılan sonrasında tutuklanan ve itiraz üzerine serbest bırakılan Taylan Kulaçoğlu ve bir önceki dönemin bütün operasyonlarındaki ilgili belgeleri yayınlayan “gazeteci” Mehmet Baransu’yla ilgili yürütülen soruşturma ve açılan davalarda TCK’nın 327. maddesinde düzenlenen “devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme” ve TCK 329. maddesinde düzenlenen “devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama” suçları olarak karşımıza çıkıyor.
Yukarıda sayılan birbirinden 3 farklı olay ve kişiye karşı yürütülen operasyon ve yöneltilen suçlamalar önümüzdeki döneme dair fikir vermek açısından önem arz ediyor. Siyasi iktidarın 2007-2011 yılları arasında farklı siyasi kurum/kişilere karşı yürüttüğü süreçle çeşitli benzerlikler taşıması nedeniyle bazı karşılaştırmalarda bulunmak mümkün.
Bir önceki dönemde yapılan siyasi operasyonlar bütünlüklü değerlendirildiğinde, her birinin ayrı ayrı ve daha önemlisi tamamının bir eğilimi ve doğrultuyu işaret ettiğini söylemek bugün herkes için daha fazla kabul görmekte. Geriye dönük bir eleştiri yapmak yerine, önümüzdeki döneme dair çeşitli dersler çıkartmak ve öngörü sahibi olmak ise günümüzün daha önemli ihtiyacı.
Bu gelişmeleri geçtiğimiz haftalarda yaşanan Anayasa Mahkemesi’gnin kararı, Mustafa Balbay’ın tahliyesi ve diğer tutuklu BDP milletvekilleriyle ilgili tahliyelerine ilişkin savcılık mütalaalarıyla bir arada değerlendirilmelidir. Siyasi iktidarın birçok parametreyle birlikte bir yönelim değişikliğine gittiği açıkça görülmektedir. Bu gelişmeler iktidarın eğilim ve yönelim değişimine işaret etmekle birlikte, bir gevşeme ve normalleşme döneminin geldiğini ise göstermemektedir.
Yazının da konusunu oluşturan asıl kısım ise buradaki yönelim değişikliğinin kendisini hukuk alanında, operasyon ve davalarda ne şekilde göstereceğine dair yapılan zihin jimnastiğiyle ilgilidir. Son süreçte kendisini gösteren eğilim, tamamen gayrımeşru hale gelen “hükümete karşı suç” ve “devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak” suçlarının yerini bugüne kadar neredeyse hiç kullanılmayan “devletin güvenliğinin ihlal edilmesi” suçlamasının alması olarak kendisini göstermektedir.
1990’ların baskı ve keyfiliğinin simgesi haline gelen Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin (DGM) sadece tabelalarını değiştirerek kendisini “özgürlükçü” sayan siyasi iktidarın “Özel Yetkili Mahkemeleri” yeni dönemde “devletin güvenliğini ihlal” edenlerin peşine düşecektir.
Siyasi iktidarın ve mahkemelerin “devletin güvenliğinden” ne anladığı konusu ise amaç ve doğrultunun kendisini ortaya koymaktadır. Türk Ceza Kanunu’nun 327. ve 329. maddelerinde “Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından, niteliği itibarıyla, gizli kalması gereken bilgileri temin eden ve açıklayan” olarak tanımlamıştır. Son derece soyut ve genel bir suç tanımlaması içeren bu suçlar bakımından her türlü eylemin bu kapsamda değerlendirilmesi söz konusu olabilecektir.
6 ay tutuklu yargılandıktan sonra tahliye olan Er Utku Kalı’nın başına gelenler bunun en somut örneğidir. Reyhanlı’da yaşanan patlamada “resmi” rakamlara göre 52 kişi hayatını kaybetmişti. Patlamadan sonra Redhack tarafından yayınlanan belgelerde bu patlamanın günler öncesinde bilindiği ve buna rağmen hiçbir önlem alınmadığı ortaya çıkmıştı. Belgelerin yayınlanmasından sonra patlamayı bilen ve engellemeyenler hakkında tek bir soruşturma yürütülmemişken, bu belgeyi sızdırdığı iddiasıyla tutuklanan Utku Kalı 25 yıl hapis cezası istemiyle yargılanmaktadır.
Önümüzdeki dönemde siyasi iktidarın kabaran dosyasında biriken ve yeni işleyeceği suçlar ortaya çıktıkça daha fazla sayıda “devletin güvenliğini ihlal” suçlamasıyla açılan davalarla karşılaşmamız sürpriz olmayacaktır.
*http://adaletvesosyalizm.org/ adresinden alınmıştır.