Önce şaşırdım, ama haber görsele dönüşünce durumu farkettim: dinî lider Ali Hamaney, başkanlık seçimlerine bir ay kala İran Kürdistanı’na gitmişti. Konuşması, dinsel içerikli olsa da, Ahmedinejat propagandasına yönelikti. Büyük salonu tıka basa dolduran kitle ise, terlerini silmeye çalışıyor ve gözlerini ayırmadıkları ruhanî liderlerini dikkatlice dinliyordu. Aslında, mekân olarak Kürdistan kullanımı, hem doğal hem de sembolikti. Azınlıklar anlamında, tam tersine Acemler, Azerî toplumuna bile göz açtırmıyordu. İOysa, İran Azerbaycanı, Azerîlere göre, Azerbaycan Cumhuriyeti’nden daha büyük ve kalabalıktı…
“Diyarbakır’ın asıl kimliği Müslümanlık”
Gazetecilere, “Başkası söyleyince dikkate almayın!” diyen pişkin sözcü, iki gün önce mahallinde şunu söylemişti: “Diyarbakır’ın asıl kimliği Müslümanlık”. Aynı zâtın, İznik ve Trabzon’da Ayasofya kiliselerinin camiye çevrilmesinden aldığı haz, yüz hatlarına yansıyordu. Kolları, İstanbul’dakinin de camiye çevrilmesi için sıvamıştı. (Kimse, “hangi hakla?” sorusunu yöneltmiyordu).
TBMM’de grubu bulunan BDP temsilcileri ile görüşmeyen “sözcünün lideri”, çiçeği burnunda HÜDA-PAR genel başkanını birkaç hafta önce kabul etmişti. Mustazaf-Der’in partileşmiş biçimi. Bu ise, Hizbullahların dernekleşmiş biçimi idi…
Üçlünün Çankaya ayağı, Sivas Madımak katilleri avukatını –on yıl önce- İnsan Hakları Danışma Kurulu üyeliğine atamıştı. Aynı davanın birçok avukatı, “sacayağı” tarafından TBMM’ye taşınmıştı…
Diyarbakır’da Müslümanlık adına mezhepçilik yapılırken, üçüncüsü, Gümüşhane-Erzincan yöresine geziye çıkmıştı. Halka dağıttığı gülücükler, Devlet Başkanlığı’nı, seçim adaylığına göre ikinci sırada bırakıyordu.
Öte yandan, Başbakan’ın Diyarbakır’daki “Dağdan inme-cezaevini boşaltma” söylemi kayda değer olmakla birlikte, “ yapay sınırlar” iması, anlaşılır gibi değildi. Ama asıl vurgu, eşitlik ve özgürlük kavramları üzerinde yapıldı ülkesel ölçekte.
Kimler eşit ve özgür?
Bu belli değildi: Kürtler ve diğer etnisiteler mi, Sünnîler ve Alevîler mi? Kürtler, yurttaşlık temelinde hangi grupla eşit sayılacaktı? Yüzde elli ile mi, yoksa, “ayyaş, marjinal ve çapulcu” yaftalarıyla sürekli “öteki”leştirilen diğer yarısıyla mı?
Daha önemlisi, Türkiye bütünü için, “insan haklarına dayanan demokratik rejim”i içselleştiremeyen bir iktidarın “Kürdistan” bölgesi için sarf ettiği olumlu cümlelerin inandırıcılık derecesinin ne kadar olduğu idi. Ülke geneline siyasal aidiyet yönünden şal örtmeye çalışan bir siyasal çoğunluk, belli bir bölgesinde özgürlükler rejimini kurabilir miydi? Üstelik sınır ötesi mekânı ve halkları da kucaklama iddiasıyla. Kürtlerin sınır-ötesi uzantılarından söz edenler, İran Kürdistanı’nı çevreleyen Şii duvarının, Nusaybin’de örmeye çalıştığı sun’i duvara benzemediğini dikkate almıyor olsa gerek.
BDP ve HDP’yi marjinalleştirme…
Bütün bunları aşan bir başka ve büyük örtü var ki, aralanmaya çalışmaz ise, Diyarbakır’a yapılan üçlü çıkarma (Ankara-Erbil-İsveç), yerli yerine oturtulamaz. Nedir bu? Kısaca, “bölge realitesi”. Siyasallaşma yoğunluğunun had safhaya ulaştığını fark eden AK Parti, “barış süreci” yoluyla esen genel rüzgârı da yedeğine alarak, geriye dönülmez siyasallaşmanın meyvesini yalnız başına toplamak istiyor. Amaç, BDP ve HDP’yi, kendi deyimleriyle mümkün olduğunca marjinalleştirmek ve sürecin dışına itmek. Oysa, seçilmiş üyelerinin çoğunluğu hapishanede olan BDP yönetici ve mensupları, Kürt sorununun asıl neferleri. Belki de bu bilindiği için, “dağdan inme-cezaevi boşaltma” söylemi ile alanları dolduran kalabalıklara, “iktidar mumu” yakılmak istendi. Ama, Ankara’ya gelince sönüverdi…
Görev, Türkiye demokratlarının
Bu yanılsama nasıl kaldırılabilir? Kuşkusuz ilk görev BDP (ve HDP) yönetici ve üyelerine düşmekte: Eşit yurttaşlığın, demokrasi ve insan haklarını ülke bütününe genişletmeden mümkün olmayacağı. Yine bu çerçevede, din özgürlüğü güvencesinin (eşit yurttaşlık dâhil) lâiklik olduğunun gözden uzak tutulmaması gerekir. Bunun için, Türkiyeli bütün demokratların sahaya inmesi gerekir: Etnisite temelinde şovenizmi reddederek, “eşit ve kapsayıcı yurttaşlık/ laiklik ve adem-i merkeziyet” arasındaki sıkı bağı inşa etmek için. Bu değerler, sınır-ötesi toplulukları da esinleyeceğinden, sınırları değiştirmeden, bölgemize özgü, insan hakları temelinde siyasal çözümler neden bulunmasın?
Bu süreçte kaçınılması gereken, siyasete tahvil rüyası (M.L. King’inki değil) ile bezeli “mezhep/etnisite ve bölge” eksenine dayalı söylem. Aksi halde, koparılan fırtınanın anlamı, olsa olsa yazının başlığındaki kişi adının değiştirilmesi kadar olur.