Hakikaten henüz her/şeyin bitmediğine inanıyorum. Zira biliyorum ki, 2006 yılından beri siyasi dava dosyaları polis imalatı sahte delillere dayanılarak görülüyor!
4 Kasım gecesi 10. ACM heyet başkanı son sözümü sorduğunda “tabii ki, beraatımı ve tahliyemi talep ediyorum” derken polis komplosuyla dahil edildiğim bu dosyada hakkımda çıkması gereken tek kararın bu olduğuna inanıyordum.
Ve elbette bu güven ve inancı kendi gerçeğimden alıyordum, alıyorum!
Son sözlerimiz alınıp, Çağlayan Adliyesi’nde yerin yedi kat altında biz tutsaklar için hazırladıkları hücreler katına indirildiğimizde saat 23.00’ü geçiyordu.
Mesai saati çoktan bittiği ve görevli askerler hücreleri kilitleyip gittikleri için koridordaki askerler için ayrılmış sandalyelerde bekletildik.
Gerilimli ve yorgun geçen bir günün ardından duruşma salonuna çıkarılmamız istendiğinde ise, saat 01.30’u bulmuştu.
Sekizinci yılından günler saydığımız tutukluluğumuz boyunca duruşmalar 5-6 ayda bir yapılmış; tutukluluk hali tedbir olmaktan çıkıp infaza dönüşürken…
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) uzun tutuklulukla ilgili verdiği kararın ardından Özel Yetkili ACM’ler bu defa yangından mal kaçırırcasına duruşmaları bir an önce bitirmenin derdine düştüler.
Zira AYM uzun tutuklulukla ilgili bu kararı verirken, Hükümete düzenleme için 1 yıl süre tanıyarak; mahkemelere de, ellerindeki tüm dosyaları alelacele temizlemesi mesajını vermişti.
Bu nedenle, duruşmaların gece yarılarına kadar sürdürülmesi, bütün günün yorgunluğuna aldırmadan kararların alınmasının yaratacağı olumsuz koşullar tutukluluklara ve avukatlarına dayatılıyor.
Ayrıca çok somut olarak yaşayıp gördüğüm(üz) gibi hakkımızda kararların önceden, kapalı kapılar ardında alınmış olduğu gerçeğinin heyetlerin bu kadar acele etmesinde payı çok büyük!
Öyle ya, nasıl olsa kararlar önceden alınmış, hatta bir flash-diskte hazır hale getirilmiş olduğuna göre; duruşmaları uzatmanın bir anlamı da yoktur!
Kaldı ki, bunca yıldır duruşmaları uzatarak tutukluluğum(uzu) infaza dönüştüren bizzat mahkemenin kendisidir.
Duruşma salonuna girdiğimizde gergin ve soğuk atmosferi daha bir gerginleştiren iki şey dikkatimi çekti.
Biri, ailelerimizin olduğu bölümde polislerin etten bir duvar örmeleri.
Diğeri ise bizim bulunduğumuz bölüme de, Edirne, Tekirdağ ve Gebze Hapishanelerinden biz tutsakları mahkemeye götüren tüm askerlerin ikinci bir etten duvar örmeleriydi.
Karar okunacağı için ayağa kalkmamız istendiğinde, gerilimin en üst noktaya ulaştığını hissettim.
Polis komplosuyla dâhil edildiğim(iz), polisin kendi eliyle hazırladığı, ne benimle ne de örgüt yöneticiliğiyle itham edilen diğer sanıklardan her hangi biriyle en küçük bir maddi bağı olmayan kâğıt parçalarına dayanan ve polis fezlekesinin bir kopyası olan iddianameyle sekiz yıldır tutuklu olarak yargılandığım(ız) sürecin sonuna gelmiştim(k)!
Özel Yetkili 10. ACM heyeti, sırtını yasladığı “Adalet Mülkün Temelidir” anlayışına dayanarak adlına imza attığı tarihe geçecek bu hukuk cinayetini aktarmaya başladığında.
O ana kadar mahkeme heyetinin bunca hukuksuzluğu görmezden gelemeyeceğini, her bakımdan kendilerince de ipliği pazara çıkmış, polis imalat kağıt parçalarına dayanarak bir hukuk cinayetinin altına imza atmayacaklarını beklediğim için kendime kızdım.
Zira Türkiye’de Sıkıyönetim Mahkemelerinde, DGM ve Özel Yetkili ACM’ler siyasi dava dosyalarında alınan kararlarla işlenen hukuk cinayetlerinin, adaletsizliklerin bir listesi çıkarılması, her halde ucu Fizan’a ulaşır.
Haksızlığın, adaletsizliğin ayyuka çıktığı, hukuk sisteminin çivisinin çıktığı koşullarda hakimlerin, savcıların gerçek bir hukuk insanı gözüyle dava dosyalarına bakacaklarını beklemek hakikaten saf dillik ötesi bir durum olsa da.
İnsan yine de kendi gerçeğinden güç alarak, kendi gerçeğine güvenerek böyle saf dilli beklentilere giriyor, girebiliyor.
Ancak çok açık bir biçimde ifade etmeliyim ki; uğradığım hukuk cinayeti, adaletsizlik öfke ve isyanımı ulaşabileceği en üst noktaya çıkarsa da…
Duruşma salonunda Şengül ablamın ve ailelerin kulağımı dolduran hıçkırık sesleri ile aynı zamanda avukatım da olan ablamın avukatların masasına yığılıp kalmasını…
Hapishaneye döndüğümüzde sabaha karşı koğuş arkadaşlarımın beni sımsıkı kucaklayarak öfke ve isyanlarını, acılarını dile getirmelerini…
Uyumaya çalışırken kafamı kaldırdığımda Gülazer hevalin ayakucumda dikilip, sessiz sessiz ağlamasını asla unutmayacağım!
Mahkeme başkanın karar okuduktan sora “henüz her şey bitmedi” mealinden sözleri, oradaki herkesle dalga geçiyormuş gibi gelse de bana.
Hakikaten henüz her/şeyin bitmediğine inanıyorum.
Zira biliyorum ki, 2006 yılından beri siyasi dava dosyaları polis imalatı sahte delillere dayanılarak görülüyor!
Bir torba içine doldurdukları çakma delillerle insanları toptancı bir mantıkla yargılamak ve cezalar vermek son yılların temel yöntemi oldu.
Yöntem bu olunca, haliyle polis komplosuyla sanık sandalyesine oturtulan biz gazeteciler, aydınlar, yazarlar, öğrenciler, siyasetçiler, avukatlar Özel Yetkili ACM heyetlerince daha başından düşman muamelesi görüyoruz.
Ve intikam hırsıyla verilen hapis cezalarında sınır tanımazlığı TCK’nın baskıcı, faşist maddeleri ile bir bütün olarak TMK Özel Yetkili ACM’ler tanıyor.
Bakış açısı ve mentalite “ne kadar çok yatırırsam ve ne kadar çok ceza verirsem” biçiminde olunca…
Mahkeme kararları da buna göre çıkıyor.
Bu sabah Salı günü avukatımın getirdiği tam 57 sayfalık büyük ihtimalle de 10 ya da 11 punto büyüklüğünde yazılmış kararda bana verilen cezaları hesaplamak istedim.
Her ne kadar her hangi bir örgüt üyesi olmadığı halde birçok kişiye örgüt üyeliğinden ceza verilse de…
Benim yaşadığım bu örnekte olduğu gibi, bırakalım örgüt yöneticisi olmayı, örgüt üyesi bile olmadığım halde örgüt yöneticisi olmakla itham edilip ceza verilmesi gibi örnekler çok olsa da.
Hakkımda verilen bu kararı kesinlikle kabul etmesem de…
Verilen cezanın ne kadar olduğunu bilmem gerekir diye düşündüm.
Ve sadece ve sadece kendimle ilgili ceza listesine hızla gözatıp, kırmızı kalemle işaretleyip, başka bir kağıda liste yaptım.
Bu bile benim tam olarak 3 saatimi aldı.
Demek ki, 10.ACM heyetinin o gün gece saat 23.00’den 01.30’a kadar 2,5 saatte alem-i cihan da olsalar, o kararları alıp, bilgisayara geçirmeleri madden mümkün değil!
Hesabı yaparken bir de baktım ki; ben de, sevgilim İbrahim Çiçek de gözaltına alındığımızda üzerimizde nüfus cüzdanımız, ehliyetimiz, bankamatik ve kredi katlarımız, ayrıca benim vergi kimlik kartım olduğu halde…
Kimliklerimiz sahte olmadığına dair ekspertiz raporları dosya mevcut olmasına rağmen…
Her ikimizde sahte kimlik kullanmaktan dolayı da hapis cezası vermişler.
“5- Sanıklar Ali Hıdır Polat, İbrahim Çiçek, Naci Güner, Arif Çelebi, Bayram Namaz, Füsun Erdoğan ve Ziya Ulusoy’un TCK 220/5. maddesi yollamasıyla resmi evrakta sahtecilik suçundan TCK’nın 240/1.maddesi uyarınca suçun işleniş biçimi, kastın yoğunluğu, suçun işlenmesindeki özellikler gözetilerek taktiren ve teşdiden 3 yıl hapis cezası ile cezalandırılmalarına, Suç silahlı terör örgütünün faaliyeti kapsamında işlendiğinden 3713 Sayılı kanunun 5. maddesi gereğince cezalarında 1/2 oranında artırım yapılarak 4 yıl 6ay hapis cezası ile cezalandırılmalarına, TCK 62. maddesi uyarınca, cezanın sanıkların geleceğine olan olası etkileri gözetilerek haklarında hükmolunan ceza takdiren 1/6 oranında indirilerek 3 yıl 9 ay hapis cezası ile cezalandırılmalarına, sanıklar hakkında TCK’nun 53/1-2-3 maddesinin uygulanmasına, sanıklar hakkında TCK’nun 58/9 ve cezanın infazından sonra 5275 sayılı kanunun 108/4 maddesi uyarınca denetimli serbestlik tedbirinin uygulanmasına” (4 Kasım 2013, TC İstanbul 10. ACM Duruşma Tutanağı, syf. 5)
Kararı duruşma salonunda dinlerken tıpkı verilen diğer cezalardaki gibi hazır örgüt yöneticisi ilan edilmişken, sahte kimlik kullananların cezasını da buna verdiklerini düşünüp, pes demiştim.
Ancak kararları hesaplarken bunun böyle olmadığını; İbrahim ve bana da sahte kimlik kullandığımız iddiasıyla ceza verilmiş olduğunu gördüm.
Tüm yargılama süreci boyunca maruz kaldığımız toptancı uygulamanın basit bir örneğidir bu karar.
Esasında bu durum dava dosyasında “küçük” bir ayrıntı olmasa da…
Siyasi polis bir kez hakkımızda ferman çıkardığı için!
10. ACM heyetine de, bu fermanın gereğini yerine getirmek düşmüş.
Bundan olsa gerek ki, 7 yıllık yargılama süreci boyunca tahliye talebimin ret gerekçesinin ayrıca yazılmasını talep etmeme rağmen…
Her defasında toptancı davranmakta ısrar ettiler.
Demek ki, bu ısrarlarında boşuna ayak diretmemişler:
“Sanıklar Ali Hıdır Polat, Naci Güner, Arif Çelebi, Bayram Namaz, Füsun Erdoğan, İbrahim Çiçek ve Ziya Ulusoy”un önce örgüt yöneticisi ilan edip, sonra da her biri hakkında önce ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilip, sonra iyi hal uygulayıp, her birimize ayrı ayrı Müebbet + 789 yıl 7 ay hapis ve 1.263,330tl para cezası vermek içinmiş.
Onlar kararlarını verdi ve bir hukuk cinayetinin daha altına imzalarını attılar.
Kendi adıma bu kararın, bu hukuk cinayetinin birçok bakımdan tartışmaya açık olduğunu düşünüyorum.
Ancak bu haftalık bu kadarla yetineceğim.
Kısaca özetlediğim bu karar karşısında sizler, en başta da hukukçular meslektaşlarım ve insan hakları savunucuları gelmek üzere kamuoyu olarak sizler ne yapacaksınız?
Bu kararı, bu adaletsizliği, bu hukuk cinayetini kabul edecek misiniz?
***
İran rejiminin son dönemde gerçekleştirdiği idamlar, bunlar arasında üçü siyasetçi 4 Kürdün idam edilmesi ve Rojava sınırlarında Kürt halkının arasına örülen utanç duvarını protesto etmek amacıyla tüm hapishanelerdeki PAJK’lı kadın tutsaklar 3 günlük açlık grevi yaptı.
Bulunduğumuz hapishanede açlık grevine katılan 37 arkadaş hakkında açlık grevinin ilk günü olan 8 Kasım’da idare soruşturma başlattı.
* Füsun Erdoğan, 9 Kasım 2013, Gebze Kadın Kapalı Hapishane
bianet