'Anayasa Mahkemesi iktidar yönünde karar alıyor'

~ 03.11.2013, Yeni Yaklaşımlar ~

Anayasa hukuku uzmanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, 2010 referandumdan sonra Anayasa Mahkemesi'nin içler acısı halini irdeledi.

Anayasa hukuku uzmanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu Anayasa Mahkemesi’nin hükümetin vesayeti altında kararlar aldığına dikkat çekiyor. Tek partili rejimlerde tek adam yönetimini eleştiren AKP hükümetinin bugün çok partili sistemde tek adam yönetimine kayışının tehlikelerini vurguluyor. İnsan hakları ve demokrasiye saygılı olmayan rejimlere hukuk devleti denemeyeceğinin altını da kalın harflerle çiziyor.

- Siz Anayasa Hukukçuları Derneği olarak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı günü sabahtan akşam geç saatlere kadar süren bir toplantı yaparak Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını masaya yatırdınız. Bu toplantıdan çıkan sonuçları anlatır mısınız?

İ.K. - 2010’da yapılan düzenlemeyle Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılandırılması söz konusu olmuştu. Anayasa Mahkemesi yeniden yapılandırılırsa Türkiye’de vesayetçi rejim sona erecek ve özgürlükçü demokratik dönem açılacak sloganı kullanılmıştı.

Biz anayasa hukukçuları olarak bunu incelemek, irdelemek, tartışmak, duruma göre öğrencilerimize anlatmak, bunu kamuoyuyla paylaşmak durumundayız. İşte, 29 Ekim günkü toplantımızın özü buydu. Yani Anayasa Mahkemesi üç yıllık yeni döneminde ne yaptı? Bu yeni döneminde nasıl bir yaklaşıma sahip oldu ve ne tür kararlar verdi? Türkiye’nin onayladığı uluslararası sözleşmeler karşısındaki durumu nedir? Bunları masaya yatırdık.

Özellikle yeni büyük şehir yasasıyla bir gecede büyükşehir belediyelerinin sayısının 30’a çıkarılmasının anayasa, demokrasi açısından anlamı nedir, sorusuna cevap aradık. On dört ayrı başlığı ele aldık. Bu toplantıda sadece profesörler ve doçentler değil, yardımcı doçentler, asistanlar ve öğretim görevlileri de görüşlerini anlattılar. Yani konu çok geniş bir yelpazede tartışıldı. Çok da ilginç sonuçlara ulaştık.

- Siz, o tartışmalardan Anayasa Mahkemesi’nin demokrasinin olmazsa olmaz ilkesi kuvvetler ayrılığı yönünde mi yoksa çiğnene çiğnene sakız haline gelen, “rejim vesayeti” doğrultusunda mı kararlar aldığı sonucuna ulaştınız?

İ.K. - Vesayet sözcüğü gerçekten çok kullanılıyor ve bu kullanımda kelimenin anlamı saptırılabiliyor ya da çarpıtılabiliyor. Şimdi size bazı kararlardan örnekler vereyim. Örneğin MİT yasası. MİT mensupları hakkında yargısal sürecin işletilebilmesi için Başbakan’ın izninin bulunması gerektiğine dair yasa bu. Ya da RTÜK Kanunu’nda yayın durdurulmasının yolunun açılması.

Başbakan’a soruşturma izni veren MİT’le ilgili yasal düzenlemede Anayasa Mahkemesi şu ölçütleri kullandı:

Yasaya göre devlet memurluğu koşulları taşıyan kişiler bunlar, dedikten sonra, “takdir Başbakan’ındır” diye eklemiştir. Yani nasılsa bu kişilerin kimler olacağını da Başbakan belirliyor. Bu kişilerin devlet memurluğu niteliğine sahip olmaları bir çeşit ayrıcalık olarak görülüyor. Oysa ben de devlet memuruyum, bir genel müdür de devlet memurudur, vali de devlet memurudur. O kadar geniş bir kavram ki bu. Anayasa Mahkemesi bunlar Başbakan tarafından atandıklarına göre takdir de Başbakan’a aittir, diyor.

- Başbakan tarafından atanıyor olmak bir kişinin suç işlemesine engel mi?

İ.K. - Başbakan tarafından atanıyor olmak bir kişinin suç işlemesi iddiası karşısında Başbakan’ın iznine tabi olması gerektiği anlamına gelmez. Bu, hukuk devleti ilkelerine açıkça aykırıdır.

Anayasa Mahkemesi, madem ki bunlar hassas görevlerdir, bunların Başbakan’ın soruşturma iznine tabi tutulmasında anayasaya aykırılık yoktur, demiştir.

Öte yandan RTÜK Kanunu’nda açıkça milli güvenliğin gerekli kıldığı haller, kamu düzeni gibi belirsiz kavramlardan bir kriz ortamının yaratılması şeklinde kullanılan yuvarlak deyimlerle anayasal bir dayanağı olmadığı halde yayın durdurma yetkisi Başbakan’a, bakanlara verilmiştir.

Anayasal sistemimizde hak ve özgürlükler sınırlanabilir. Ama hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması sadece anayasanın 15. maddesinde yer alan durumlarda mümkündür.

- Yani olağanüstü hal, sıkıyönetim ya da savaş dönemlerinde olduğu gibi mi?

İ.K.- Evet. Yoksa olağan bir durumda, “Ben televizyon yayınını durdurdum” diyemezsiniz. Onun çerçevesi de anayasanın 119. ve 122. maddelerinde belirlenmiştir. Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu ülkenin bir kesimi ya da bütününü kapsayan olağanüstü hal ya da sıkıyönetim ilan eder.

O durumda anayasamız ayrı bir rejim öngörüyor. Olağan dönemde ise anayasamız bu tür hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına, yayın durdurulmasına izin vermemektedir. En çok eleştirdiğimiz 1982 Anayasası bile buna izin vermemektedir.

- AKP Hükümeti ileri gelenleri sürekli olarak tek parti dönemini, tek adam rejimini eleştirdiler. Çok partili demokratik sistemimizde Cumhuriyet’in 90. yıldönümünü kutluyoruz. Ancak bugünkü tabloya baktığımızda yeniden tek adam sistemine dönmüş olmuyor muyuz?

İ.K. - Çok partili sistem vurgunuz çok önemli. Çünkü ben de birazdan tek partili dönemden söz edecektim. Tek partili dönemin adı zaten tek parti. Tek partili olup da buna demokratik rejim denmesi zaten mümkün değil. Ancak hedef demokrasi olabilir. Yoksa tek parti ne kadar iyi olursa olsun otoritarizm öğelerini de beraberinde getirir.

Biz neden çok parti diyoruz? Neden yüzde 10 baraja karşı çıkıyoruz? Neden çoğulcu demokrasi diyoruz? Zaten hiç kimse tek parti dönemine dönmek istemiyor ki. Biz daha demokratikleşelim istiyoruz.

Tek parti dönemi eşyanın doğası gereği öyleydi. Ama bugün ortaya çıkan çok daha tehlikeli durum şudur: Bugünkü sistemimizin doğası yargı denetiminin canlı olduğu bir erkler ayrılığı mekanizmasının işlemesidir. Ama Anayasa Mahkemesi kararlarıyla adeta bu ayrılığın giderek törpülendiği, yasama ve yürütme arasındaki mesafenin daraltıldığı, bu mesafenin daraltılmasıyla yetinilmeksizin hükümetten Başbakan’a doğru bir kayış görülmesidir. Bu süreçte Anayasa Mahkemesi’nin kararları, gerekçeleri ve yorumlarıyla bir tür en üst düzeyde meşruluk zemini sağlamasına tanık oluyoruz. Bizi hukuk devleti ereğinde düşündürmesi ve kaygılandırması gereken husus budur.

Zaten hiç kimse 1940’lı yıllara dönme isteğinde değil. Dolayısıyla da o dönemin kavramlarını bugün kullanamayız. Bugün tek kişiye doğru rejimden sapma olursa çok daha vahim bir süreçle karşılaştığımızı söylemeliyiz.

- Siz bir anayasa hukukçusu olarak, son yıllarda TBMM ya da yasama organından sürekli torba yasa çıkarılmasını nasıl karşılıyorsunuz?

İ.K. - Torba yasalar bizim açımızdan üzerinde çok durulması gereken ve bunların neden Avrupa standartlarına, karşılaştırmalı anayasa hukuku ilkelerine aykırı olduğunu çok iyi anlatmamız gerekiyor.

Bir kere yasaların açıklığı, öngörülebilirliği ve ulaşılabilirliği ilkesi vardır. Yani yasa yapımı yeterli değildir. Bunların belirli özelliklere sahip olması gerekir. İkinci olarak, Avrupa devletleri Fransa’dan Romanya’ya hatta İspanya’dan Fas’a kadar anayasa dışında organik yasalar ve olağan yasalar ayrımı yaparlar.

Organik yasalar çok daha önemli yasalardır. Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşuna dair yasa organik bir yasadır. Kamu kurum ve kuruluşlarına dair yasalar organik yasalardır. Bunlar anayasayla yasalar arasında yer alan çok daha güçlü bir meşruiyetten yararlanan, iptali daha zor olan yasalardır.

O devletlerde hukuk devletinin güvencesi olarak buna doğru bir eğilim olduğu halde Türkiye’de bu tür bir belirginleştirme arayışı yerine mevcut olan yasaları torbalamak hatta onunla yetinmeksizin kanun hükmünde kararnameler (KHK) çıkarma yoluna gidiyoruz. Avrupa ülkelerinin organik yasalarla yaptığı düzenlemeleri biz ya torbalara dolduruyoruz ya da KHK’lere tıkıştırıyoruz. Hatta KHK’leri bile torba KHK’ler haline getirmeye çalıştık. Bunlar bir hukuk devletinde yasaların taşıması gereken temel niteliklere aykırı.

 

'Anayasa Mahkemesi iktidar yönünde karar alıyor'

- Bu tabloya bakınca, deyim yerindeyse, hukuk devleti ayaklar altında çiğneniyor mu?

İ.K.- Hukuk devletinin ayaklar altında çiğnenip çiğnenmediği sorunuza yanıt verebilmek için az önce sorduğunuz soruyu bir karşılaştırmalı anayasa hukuku öğesi kullanmak suretiyle tamamlamak istiyorum. Zaten yanıt kendiliğinden ortaya çıkacak.

1990’lı yıllarda Orta ve Doğu Avrupa devletlerinde demokrasiye geçiş sürecinde Anayasa Mahkemeleri erkler ayrılığını inşa etme yönünde doldurulmaz bir işlev gördüler, çok önemli roller oynadılar. O dönem çok partili, demokratik rejime geçen bu devletler bugün hukuk devleti yolunda hayli mesafe almış bulunuyorlar. Zaten hukuk devleti erkler ayrılığı ilkesi üzerine inşa edilmeksizin kurulamaz.

Hangi rejim olursa olsun erkler ayrılığı ya da hukuk devletinden söz edebilmemiz için yargının bağımsız olması gerekiyor. Yirmi küsur yıl önce Orta ve Doğu Avrupa devletlerinde tanık olduğumuz bu süreç ışığında bizde özellikle son üç yıla baktığımız zaman şunu görüyorum: Başkanın (Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç) Anayasa Mahkemesi TBMM’ye çelme takma yeri değildir, sözleri beni irkiltmiştir. Karşılaştırmalı anayasa hukuku ışığında buna cevap vermek istiyorum: Hayır sayın başkan, Anayasa Mahkemesi bunun için vardır. Anayasa Mahkemesi dur demenin yeridir.

Onlarca karar, Anayasa Mahkemesi’nin kullandığı ölçütler bakımından genellikle iktidar yönünde, çoğunluğun çıkardığı yasaları, koyduğu normları meşru kılmak yönünde bir çaba içinde olduğunu gösteriyor. Yani ortak ilkeler ortaya koymak yerine Anayasa Mahkemesi niyet açıklamaya gidiyor. Bir tür, yasanın mealini ortaya koyuyor. Yani, Anayasa Mahkemesi fren ve denge işlevi görme yerine meşrulaştırma mercii oluyor. Bu süreç devam ederse korkarım hukuk devleti yolunda değil, hukuk devleti görüntüsü altında erkler birliğine hizmet eden bir mekanizmaya dönüşmesi mümkündür.

Anayasa Mahkemesi hak ve özgürlüklerin bekçiliğini yapmakla görevlidir. Ama kararlarının çoğuna bakıyoruz, bunlar ya iktidar lehine ya da özgürlükler aleyhine.

 

'Yeni büyükşehir yasası anayasaya açıkça aykırı'

- Peki, bu durumda muhalefet sizce ne yapıyor?

İ.K.- Ne yazık ki muhalefet partileri sınıfta kalmıştır. Örneğin büyükşehir yasasıyla iki bin küsur belediyeden 1500’ü bir anda kaldırıldı. Bu olamaz. Açıkça anayasaya aykırıdır. Köyler mahalleye dönüyor. İl genel meclisleri kaldırılıyor.

Bunun, CHP ve MHP’nin öne sürdüğü gibi federasyonla ilgisi yok. Bu açıkça merkeziyetçiliğe kayış yasasıdır. Hem demokrasiye hem de anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır. Büyükşehir sayısı 30 oluyor. Bunun gerekçesi de daha iyi hizmet götürmek. Ama öyle değil. Türkiye’yi ikiye bölüyorlar. Bir ile sonsuz hizmet ön görülürken öbür ille hiç ilgilenilmiyor.

Şu anda bu konuda Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararını bekliyorum. Henüz yok. Ama demokrasi, eşitlik adına çok sorunlu bir karar. Reform yaptıklarını söylüyorlar. Avrupa’da da reform yapılıyor. Ama reform ilerlemek demek. Ademi merkeziyetçiliğe doğru ilerleyecekseniz var olana ekleyerek gelişeceksiniz. AB’nin hedefi yap boz değil, mevcut olanı ıslah etmek ve ona daha iyisini eklemek.

Anayasa Mahkemesi kararlarının hukuk devletine ne ölçüde katkıda bulunduğunu ya da bulunmadığını yanıtlayabilmek için şu ikilemi görmek lazım: Hukuk devleti insan hakları ve demokrasiye dayanan kavramdır. Yoksa insan hakları ve demokrasiyi çıkardığınız zaman hukuk devleti diye bir şey kalmaz.

 

Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi anayasa hukuku profesörü. Avrupa ülkeleri, özellikle de Fransa’nın değişik üniversitelerinde konuk öğretim üyesi olarak ders, konferans ve seminerler veriyor. Avrupa ölçeği ve uluslararası düzeyde yürütülen birçok araştırma projesinde yer alıyor. İnsan haklarıyla ilgili pek çok kuruluşta çalıştı. 2007-2009 arası DİSK adına “Özgürlükçü, eşitlikçi demokratik ve sosyal yeni bir anayasa için temel ilkeler” başlıklı raporu hazırlayan kurulun başkanlığını yaptı. İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun “Azınlık hakları ve kültürel haklar” raporu nedeniyle Prof. Dr. Baskın Oran’la birlikte 5 yıl hapis cezası talebiyle yargılandı. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun kararıyla beraat etti. 1 Nisan 2011’de otuzu aşkın anayasa hukukçusuyla birlikte Anayasa Hukuku Araştırmaları ve İncelemeleri Derneği’ni kurdu.

Hits: 1183