Haber Merkezi (Seda Bugari) - Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, Yargıtay'ın Balyoz Davası kararını onamasını değerlendirdi, "Karar kamuoyunda yargıya güveni yaraladı" dedi. "Adil yargıyı" ve "yeni anayasayı" konuştuğumuz Feyzioğlu’na yönelttiğimiz sorular ve verdiği yanıtlar şöyle:
Balyoz, Ergenekon, KCK gibi davaların kamuoyunda inandırıcılığını yitirdiğinizi söylüyorsunuz. Bu davalarda adil yargılama ve savunma hakkı hiçe sayıldı diyorsunuz. Niçin?
Biz bu davaların en başından beri sadece konuya adil yargılama açısından baktık. Ancak esasa ilişkin konuşmamızın bu davaların esaslarını haklı bulduğumuz anlamına gelmez. Neden? Bir davada adil yargılanma hakkı ihlal ediliyorsa o davada esastan verilen hükmün doğruluğunu tartışmanız anlamsız. Şimdi çok güzel bir söz var, “Usul esasın giriş kapısıdır.” Yani yanlış kapıyı açarsanız, yanlış odaya girersiniz. O zaman yanlış usul uygulanırsa yargılamada adaletin odasına girmeniz, gerçeğin içinde bulunduğu odaya girebilmeniz mümkün olmaz. Biz bir tek talepte bulunduk bu davalarda, adil yargılanma hakkı ve savunma hakkı… Tabii adil yargılanma, savunma hakkı dendiğinde örneğin Balyoz Davası'nda sahteliği sabit olan yüzlerce delilin niçin sahte olduğunun nedeni, herkesi tatmin edecek şekilde izahının verilmesi lazımdı. Bu verilmedi. Gerekçeli kararda bu sahte delillere niçin itibar edildiği açıklanmadı. Mahkeme kararının gerekçesinin doyurucu olması da adil yargılamanın bir parçasıdır. Basit yöntemle anlatayım ben. Hukuk aslında özü itibariyle mantıktır. Mantık kullanılarak akıl yürütmedir. Mantığa aykırı hukuk olmaz. Bir her suç fiili kamu düzenini ihlal ettiği için suç olarak kanunda hükme bağlanmıştır. Kamu düzenini ihlal etmeyen bir fiil suç olmaz. İki bir yerde suç işlendiği iddiası o yerde kamu düzenin ihlal edildiği iddiasıdır. Üç adil yargılama gerçekten orada o hareket ile kamu düzenin ihlal edilip, edilmediğini ortaya çıkarıldığı bir faaliyettir. Dört, yargılamayı düzenleyen kuralların tamamı kamu düzenini koruyan kurallardır. Beş, madem ki yargılama kamu düzenin ihlal edilip edilmediğini ortaya çıkarmaya yönelik bir faaliyettir ve madem ki yargılamaya ilişkin kurallar kamu düzenini korur o zaman yargılamaya ilişkin süreç sırasında ihlal edilmesi, bizzat kamu düzenini ihlal eder. Bir mahkeme düşünün ki kamu düzeni ihlal edildi mi, edilmedi mi? diye yargılama yapıyor ama o yargılama sırasında kendisi kamu düzenini ihlal ediyor. O zaman denir ki bırak dağınık kalsın…
KAMUOYUNUN GÜVENİ BİTTİ..
Bu, kamu düzenini ihlal ediyor öbür tarafta ona suç işledin diyecek, hüküm verecek hakimlerin, kamu düzenini ihlal edecek davranışları var. Herhalde bir hakimin ve içinde bulunduğu mahkemenin kamu düzenini ihlal eden bir yargılama yürütmesi en az, yargıladığı kişilerin üzerine isnat olunan suç kadar kamu düzenini ihlal eder. Buna bağlı olarak iki şey olur, o yargılamada suçlu suçsuz, doğru yanlış, gerçek gerçek dışı birbirinden ayrılamaz. Ve gerçeği temsil etmeyen bir hüküm verilir. Dolayısıyla yargılanan kişiler suçsuz oldukları halde mahkûm olabilirler, suçlu oldukları halde suçsuz olabilirler. İki bu sapı samanı birbirinden ayırmayan yargılamayı tamamen dışardan seyredenler yargıya güvenlerini yitirirler. Yargıya güvenin yitirilmesi yarın benim başıma bir şey gelirse bu yargı böyle karar verirse ben ne yaparım korkusuna kapılmasına neden olur. İşte bu, münferit olaydaki hukuksuzluktan çok daha ağır bir travmadır.
YARGITAY DA SUSTU...
Balyoz Davası'nda Yargıtay’ın gerekçeli kararını değerlendirmek gerekirse özellikle dijital verilerle ilgili verilen kararlar tatmin edecek nitelikte mi?
Dijital verilerin, elde edildikten sonra oynanmadığına güvenliklerinin sağlandıklarına karar verdi sanırım Yargıtay anladığım kadarıyla ancak oraya konduklarında içerlerinde bulunan çelişkileri, üzerlerinde yazıldıkları iddia edilen tarihte bulunması mümkün olmayan bilgileri nasıl olduğunu izah edemedi. O konuda sustu. 2003’te olmayan sokak isimleri ne arıyor 2003’te yazılmış belgede. 2003’te piyasada olmayan bir bilgisayar fontu nasıl oldu da kullanılmıştı bunlara ilişkin tek bir cümle sarf etmedi. Dolayısıyla sahtelikleri uluslararası kurumlar tarafından sabit kılınmış olan CD’lere dayanarak hüküm kurdu. Bazıları kararda bir hukuka aykırılık, gerekçede ciddi bir sorun olmadığını izah etmek için, ‘Tamam CD’ler sahte olabilir, Balyoz planını bir kenara bırakın ama plan semineri yapılmadı mı o bir gerçek diyorlar’. Orada da şöyle bir sorun var. Bir kere o seminere katılmayan ama sadece CD’lerde ismi geçenler mahkûm edildi. Hiçbir şekilde seminere katılmamış, hatta seminer tarihinde yurtdışında görevli. Bu kişilerin çığlıkları duyulmadı. İkincisi, seminerin bir felaket senaryosu semineri olduğuna dair savunma duvara çarptı. Türkiye’nin bir sıcak savaşa girdiği ortamda, kendi sınırları içerisinde çeşitli grupların ayaklanması durumunda karşılaşılabilecek bir durumu, bir felaketi senaryolaştıran seminere gerçek muamelesi yapıldı. Benim buradaki sıkıntım, bu noktada savunma çürütülmedi. Yani, bu seminerin bir harp oyunu olduğunu söyleyenlerin savunmaları çürütülmedi. Zaten şöyle bir mantık hiçbir şekilde yürütülemez dışarıdan bakıp. Tamam, CD’ler sahte olabilir ama CD’ler çıktıktan sonra kalan yeter. Mahkeme CD’lerin sahteliğini incelemeyi bile gerek görmedi. Biz seminere ilişkin ne kadar doyurucu bir araştırma yaptığını kendimizi hakim yerine koyup, incelemeye kalkalım. Önemli olan meseleye toptan baktığımızda mahkemenin ve Yargıtay’ın sahteliği sabit olan delillere ilişkin, hiçbir çürütme veya bu delillere itibar etmediğini izah etme çabasına girmeden sanıkların seslerini hiç duymadan, savunmalarını hiç dikkate almadan karar vermiş olması. O yüzden, burada şöyle yaptı, böyle yaptı gibi bizler hakim yerine geçip konuşmayalım. Özetle, savunmaların niçin geçerli olmadığı gerekçede karşılık bulmadı. 2003’te bulunmayan bir fontun, 2007’de piyasaya çıkmış bir fontun nasıl kullanıldığını izah etmeye dahi girişmedi. Zaten ne diyecekti.
CEZASI ONANANLARIN YÜZDE 80’İ DENİZCİ
Mahkûmiyeti onanan subayların yüzde 80’e yakını Deniz Kuvvetleri’nden. Ankara’da silahlı gücü bulunmayan bir kuvvetin Ankara’da nasıl darbeye kalkıştığını da gerekçede insan okumak istiyor. Deniz Kuvvetleri zayıflatılmış, donanması içinden kemirilmiş, zaafa uğratılmış bir devletin dış politikasının ne hale geldiğini çok merak etmemize gerek yok. Sadece gazeteleri okumamız yeter.
TÜRKİYE'NİN KATILIMCI DEMOKRASİYE İHTİYACI VAR
Yeni anayasa çalışmalarıyla ilgili düşünceleriniz?
Niçin yeni bir anayasa yazıyoruz? Türkiye daha özgür, daha demokratik olsun diye yeni bir anayasa yazacağız. Türkiye’yi özgürleştirmenin, demokratikleştirmenin yolu sadece yeni bir anayasadan mı geçiyor yoksa kanunlarda, yönetmeliklerde yapılabilecek pek çok düzenleme var mı? Türkiye’nin çoğulcu dolayısıyla katılımcı bir demokrasiye ihtiyacı var. Çoğulcu ve katılımcı bir demokrasi için özgür basına sahip olmalıyız. Bilimsel özgürlüğe sahip olmalıyız, bağımsız, tarafsız yargıya sahip olmalıyız. Halkın, siyasi tercihlerinin yasama organına mümkün olduğu kadar aynı yansımasını sağlamalıyız. Anayasada basın özgürlüğünü gerçekten sınırlayan ne var? Basın özgürlüğünü sınırlayan kanunlar ve kanunların baskıcı bir zihniyetle uygulanması. Basında tekelleşme ve basın emekçilerinin örgütlenmesinin fiilen önlenmesi. Basın emekçilerini örgütlediğimizde, çalıştıkları gazetelerde söz sahibi olmalarını böylece sağladığımızda, basın emekçilerinin temizlik şirketi, limitet şirketi vb. şirketlerde çalışması yerine doğrudan gazetelerin kadrolu elemanı olmasını sağladığımızda, yargı uygulamamızda kaymakamın, valinin, belediye başkanının hoşuna gitmeyen cümleleri sarf eden gazetecilere anasının babasının ismini ezberletmekten, savcı önünde hazır ola çekmekten vazgeçtiğimizde zaten katılımcı, çoğulcu demokrasinin ilk önemli adımını atacağız. Bunun için anayasayı değiştirseniz de işe yaramaz, değiştirmeseniz de. Anayasa değişikliği değil bu ama basını özgürleştirdiğimizde gerçek anlamda katılımcı bir anayasayı yapacak kanalları toplum için açmış oluruz. Basını özgürleştirmeden yapacağımız bir anayasa kapalı kapılar ardında yapılan anayasadır.
Türkiye’de YÖK’ü kaldırmak ve YÖK’ü sadece üniversiteler arasında bir koordinatöre çevirmek için anayasa değişikliğine ihtiyaç yok ki. YÖK’ü bir koordinatör makamına dönüştürmek kanunla mümkün. Bunu yapmadan üniversitelere idari, mali özerklik ve tam bir bilimsel özgürlük sağlamadan bilimsel gelişmeyi gerçekleştirmemiz mümkün değil. Bilimsel ortamı sağlamadan da katılımcı, demokratik bir anayasayı yapamayız, sadece kapalı kapılar ardından birtakım siyasi pazarlıklar yürür.
Seçim kanunu; bütün yapılacak şey oradaki 10 rakamının üzerini çizip 3 yazmak. Bu kadar. Anayasada yok seçim barajı. Kanunda 10 yazıyor bunu 3 yapacaksınız. Sarıyer taraflarından gemilerinizi Taksim’e karadan yürütüp oradan indirmeye benzer alengirli bir iş yapmak yerine daraltılmış 5’li bölge sistemi şuymuş da buymuş da diye, yani seçim hesabı yapmaksızın samimi olarak 3 yapacağız bunu. O zaman bugünkü siyasi partiler kimliklerini bulur, gerçekten seçmen kendisini temsil ettiğine inandığı için o siyasi partilere oy verir. O siyasi partiler de kendilerine oy veren seçmen tabanını mümkün olduğunca homojen bulur ve ona göre daha rahat politika üretirler. Böyle devam ettiği sürece diğer partiden öcü gibi korkan seçmen, mecburen kendisini hiç temsil etmediği halde bir farklı partiye kayıyor. O zaman da tabi çok karmaşık bir seçmen tabanı çıkıyor siyasi partiler açısından. Bir başka durum da, çok ciddi bir seçmenin oy verecek bir siyasi parti bulamadığı için sandığa gitmemesi. Sonuçta çok ciddi bir yüzdenin gerçek iradesi sandığa yansımıyor. Yapılacak tek şey onu bir gecede 3’e düşürmektir. Bütün bunları yaptıktan sonra anayasayı oturalım, konuşalım. Ama şu anda anayasayı konuşanlar da rahat değil, seslerini duyurmak isteyenler de kanalları açık olanlar olur.
DEĞİŞTİRİLMESİ TEKLİF BİLE EDİLEMEZ
Cumhuriyetin kuruluş temelleridir değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler. Bunlarda ifade düzeltiyoruz düşüncesiyle dahi hiçbir değişiklik yapılamaz. Sosyal devletten mi, laik devletten mi, hukuk devletinden mi, demokrasiden mi, başkentin Ankara olmasından mı rahatsız oluyorlar? Hangisinden rahatsız oluyorlar? Üniter devletten mi rahatsız oluyorlar? Önce neden rahatsız olduğunu anlatacak, ondan sonra oturacağız konuşacağız. Aksi taktirde karanlıkta boks yapıyoruz.
EŞİT YURTTAŞLIK ANCAK HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜYLE OLUR
Sürekli hukukun üstünlüğünden bahsediyorsunuz. Sizce üstünlerin hukuku ile hukukun üstünlüğü arasındaki fark nedir?
İşi yargıya düşen herkes hakkını alsın. Yani kimse hakkından fazlasını almasın, ama hakkını da alsın. Hukukun üstünlüğü bu. Yani hukuk kurallarının eşit yurttaşlık ilkesinde herkese eşit uygulanması. Nitekim demokrasi ve özgürlüğün de yükselmesi gereken temeller de bunlardır. Eşit yurttaşlığı da ancak hukukun üstlünlüğü ile sağlayabiliriz. Daha somutlaştırmam gerekirse, işçi emeğinin karşılığını alır, işinden olduğunda hakkını arar ve bulur. Bunun tam tersi de üstünlerin hukukudur. Yani iktidar gücünü veya belli bir gücü elinde tutanların hakları olmadığı halde ellerindeki gücü kullanarak hak sahibi olmasıdır. İşin özeti, bir yurttaşın mahkemeye işi düştüğünde bu mahkemede kimseyi tanımadan, kimseden torpil istememe gerek yok, hakkımı alırım diyorsa hukukun üstünlüğü vardır, ama eğer bir torpil, tanıdık gerekiyorsa üstünlerin hukuku vardır.
ÇOĞULCU ÇOĞUNLUKÇU ARASINDA 'BASKI' VAR
Siz konuşmalarınızda çoğulcu ve çoğunlukçu terimlerine değiniyorsunuz. Bundan kastınız nedir ?
Bu iki terim arasındaki fark, demokrasi ve baskı, özgürlük ve tutsaklık… İşte bu kadar keskin farklar var. Çoğunlukçu bir yapıda kendinden farklı düşünen veya seçim yarışına girip karşıdakini burun farkıyla geçen biri her şeye sahip oluyorsa ve seçildikten sonra da kendisine oy vermeyenleri temsil etmiyor ve kendisine oy vermeyen temsil etmemesini düşünüyorsa işte orada çoğunlukçu bir yapı vardır. Adına demokrasi denilen, özü itibariyle hiçbir şekilde demokrasi olmayan çoğunlukçu bir sistemde sadece çok küçük bir farkla bile seçimi kazandıktan sonra seçilmiş kişi ya da parti hiçbir şekilde kendisi gibi düşünmeyenleri dikkate almıyorsa, yok sayıyorsa ve onların her türlü özgürlük alanına müdahale ediyorsa orada çoğunlukçu baskıcı bir yapı kuruluyor ve bu yapı katılımcılığı reddediyor bununla birlikte kendi çemberine dahil olmayanların isteklerini dikkate almıyor ve onlara yaptıklarını lütuf olarak görüyordur. Oysa çoğulcu yapıda yani gerçek demokraside o an için iktidarda olan siyasi yapı toplumun her katmanında sivil toplum örgütlenmesinde, sendikal örgütlenmede mutlaka tek söz sahibi ben olayım kaygısıyla hareket etmez, zaten istese de bunu yapamaz.
Yurtgazetesi