Türkiye nereye gidiyor sizce?
Türkiye iyi bir yere gitmiyor. Nasıl bir yöne gidiyor? Yüzlerce yıl bilimsel devrimlerin çeşitli nedenlerle gerisinde kalmış bir toplum, Cumhuriyet devrimleriyle bu bilimsel devrimler çağını yakalamak yönüne girmişken, o yönden sapmıştır. Saptırılmıştır. Bu Türkiye’nin nereye gittiğinin en gözle görülür kanıtıdır. Bu olgunun Cumhuriyet devrimleriyle yakaladığı, ulaştığı bilimsel devrimler çağına girmeden saptırıldığının en açık kanıtı, eğitim alanında yapılanlardır. Bugün eğitimde Cumhuriyet’in, Cumhuriyet devrimlerinin en temel ilkelerinden biri olan “Öğrenim Birliği Yasası” tersine çevrilmiştir. Öğrenim Birliği Yasası ne demektir? Eğitim, bilimsel ve laik olmalıdır. Yani bir tarafta medrese eğitimi, bir taraftan bilimsel eğitim olmaz. Şimdi tersine şöyle çevrildi: Yine bir öğretim birliği var ama dini öğretim haline dönüştü. Yani bilimsel eğitim tamamen dışarıda bırakılmıştır. Yöneliş budur. Felsefe derslerinin kaldırılması, sanat tarihi, kültür tarihi, bilim tarihi vb. derslerin yok sayılması. Bugün gelinen nokta maalesef, 17. Yüzyıl Osmanlısı. 17. Yüzyıl Osmanlısı'nı incelersek, özellikle gericiliğin en çok yükseldiği bir dönem. Türkiye bugün o noktaya doğru gitmiştir. Yani Türkiye’nin gittiği yön bugün bu. Gitmesi gereken yön hiç kuşkusuz Cumhuriyet devrimleriyle kazanmış olduğu güvenin devam ettirilmesi gerekliliğidir.
Bunun için ne yapılmalı?
Bu konuda sorumluluk duyan insanların bıkmadan, usanmadan bu durumu anlatması gerekiyor. Neyse elindeki olanak; yazardır, öğretmendir, başka bir şeydir. Her alanda çevresine, insanlara bunu anlatması lazım. Türkiye’nin bu çıkmazdan nasıl kurtulabileceğinin düşünülmesi lazım. Hepimizin kafa yorması lazım. Böylece belki bir çözüm bulabiliriz.
MEDYA KÖTÜ SINAV VERDİ
Türk basını nasıl hareket etti ve günümüzde Türk basını nereye geldi, ne düşünüyorsunuz?
Medya çok kötü bir sınav vermiştir ve vermeye devam etmektedir. Bugün gelinen nokta yürekler acısıdır. Bir yanda en geri unsurların yayın organları ve televizyonları yayında. Bu televizyon kanalları, yani tasavvur bile edilemeyecek kadar geri, gerici, karanlık yayınlar yapan kanallar. Öte yandan liberal demokrat denebilecek, her şeye rağmen uygar dünyaya ait televizyon kanallarının giderek birer birer iktidarın aracı haline gelmiş olduğunu görüyoruz. Tüm bunlara rağmen iki üç tane de doğru dürüst kanal tutunmaya çalışıyor. Gazeteler açısından da durum bundan ibarettir. Yakın zamana kadar her şeye rağmen alıp okuduğumuz gazeteler, nasıl birer birer siyasi iktidarın borazanı haline geldiğini, kapıkulu haline geldiğini hepiniz görüyorsunuz.
OMURGASIZ AYDINLAR TÜREDİ
Bu süreç hızla gerçekleşti ama?
Bu sorunun cevabı da bana göre yine bizim aydınımızın kimliğiyle alakalı.Maalesef Cumhuriyet devrimleri onu koruyacak, savunacak ve geliştirecek kişileri yetiştiren bir eğitim sistemini kalıcı kılamadı. Bu eğitim sistemi nedir, ne olmalıdır? Hümanist ve bilimsel temelli olmalıdır. İşte Köy Enstitüleri, işte 1930’ların üniversiteleri. Liselerimizde o yıllarda uygulanan modern ve laik eğitim. Ama sürekli olamadı. 1950’lerin hatta 40’ların ortalarından itibaren malum Köy Enstitüleri’nin kapatılması, 1950’lerden itibaren gericiliğe verilen ödünlerin giderek artması, bizleri bu günlere kadar getirmiştir. Cumhuriyet kendini savunacak eğitim sistemini kalıcı kılamadı. Dolayısıyla “omurgasız aydınlar” türedi. Yani sağlam bir duygusu ve düşüncesi olmayan insanlar, dünyaya dair. Evet, bilgi sahibidirler. Kendi alanlarında, genel olarak; ansiklopedik bilgileri vardır ama insani bir duruşa sahip değiller. İnsani duruş nedir? Bilimsel devrimlerin ve hümanizmin gerektirdiği bir kişiliğe sahip olmaktır. Aydın ne demek? Demokrat özgürlükçü, insan merkezli dünyaya inanan ve bunlar tehlikeye girdiğinde de mücadele etmek gerektiğini bilen insan demek. Bizde demek ki bu tarz insanların sayısı ne yazık ki fazla değilmiş.
Türk solu, bugün ne durumda?
Türk solu derken de yine ülkemizin aydınlarından söz etmiş oluyoruz. Dolayısıyla, Türk solunun başka bir handikabı var, o da çok ağır baskılarla karşılaşmıştır. Eğer Türk solu, Cumhuriyet ile beraber hızla gelişme eğilimi gösteren Türk solu, bu kadar ağır baskılara uğramasaydı, belki de Türkiye’nin çehresi bambaşka olabilirdi. Bu da düşünülmesi gereken bir şeydir. Yani gerçekten sol düşünceye sahip insanlar bu ülkede sürekli bir etkiye sahip olabilselerdi; kurumlarda, kendi kurdukları oluşumlarda, partilerde, sürekli bir etkiye sahip olabilselerdi belki de ülkenin kaderi, belki de değil mutlaka değişirdi. Sabahattin Ali öldürülmeseydi, Nazım Hikmet ölüm tehlikesinden kurtulmak için yurtdışına çıkmak zorunda kalmasaydı. 1940’larda solculara, şairlere, yazarlara, siyaset insanlarına zulümler yapılmasaydı. Cinayetler işlenmeseydi ve bugüne kadar bu şiddet sürmeseydi, sol mutlaka başka bir konumda olurdu. Ama bugünkü görünümüne baktığımız zaman maalesef dağınık. 1960’ların Türkiye İşçi Partisi’nin olduğu dönemin çok gerisinde bir noktada. Burada şunu da ilave etmek isterim: Özellikle Gezi direnişiyle patlayan bir gençlik enerjisi, gençlik potansiyeli zannediyorum Türkiye solunu da kendisi hakkında düşünmeye yöneltmiş ve umarım ki bu Türk solunun geleceği için faydalı olacaktır.
GEZİ UYGAR YAŞAMA KARŞI MÜDAHALEYE İSYANDIR
Gezi olayları sizce neydi?
Gezi olayları en yalın biçimiyle şuydu: İnsanlarımızın büyük ölçüde, kentlerde yaşayan, ki artık Türkiye artık kentleşmiş bir ülke. Kentlerde yaşayan insanlarımızın, kırsal kesimlerde de yaşayan insanlarımızın bana göre içselleştirmiş olduğu laik ve uygar yaşama karşı müdahalelere isyanıdır. Gezi olayının bana göre asıl özeti budur. Başka tabii ki etkenler de var. Öfkeler de var. Esas olarak diyor ki bu insanlar, “Biz uygarca yaşamak istiyoruz.” Yapılan röportajlardan birinde bir genç kızın söylediğini hiç unutamam. Diyor ki, “Ben bir üniversite öğrencisiyim. Ben, Müslüman kimliğine sahip bir insanım. Yani reddetmiyorum bu kimliğimi. Oruç da tutarım, fırsat buldukça içki de içerim, arkadaşlarımla da gezip tozarım. İstediğim gibi de giyinirim. Buna kimse karışamaz.” Esası işin budur. Bu siyasi iktidar insanları, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yaşama kültürünün de gerisine zorlamaktalar. 17. Yüzyıl'ın bile gerisine. İşte son halifenin bir tablosu yayımlandı bu son günlerde. “Avluda Kadınlar” diye bir tablo. Saray bahçesinde yarı çıplak kadınlar. Şimdi Hüseyin Çelik’in son söylediklerini bir düşünüz, bir televizyon sunucusu genç hanıma. Efendim halkımızın törelerine karşıymış. Demek ki bunların yanında son Halife Abdülmecid herhalde büyük bir aydın ve nitekim gerçekten de öyle. Yani bunlar en geri unsurlardır. Bugün Türkiye’de Patrona Halil’in ve Menemen’deki cinayeti işleyenin ya da İskilipli bilmem kimin torunlarıdır, şu anda iktidarda olan kişiler.
Gezi olayları sizce nereye doğru gider?
Bence hiçbir toplumsal olay, iz bırakmaksızın geçmez. Bu gerici hareketler için de böyledir, ileriye dönük hareketler için de böyledir. İlerici hareketler, toplumun ileriye dönük hareketleri hiçbir zaman tam olarak silinip gitmez. Böyle bir şey yoktur. O içten içe yanarak varlığını sürdürür. Gezi hareketleri için de durum bu. Şimdi deniyordu ki hatırlarsanız “Ne oldu Cumhuriyet mitingleri.” İşte yüz binlerce kişi toplandı. Ne oldu, işte Gezi hareketi doğdu onlardan bir anlamda. Gezi hareketinden de bambaşka hareketler doğar ve doğacaktır da. Toplumsal bilinç, toplumsal bilinçaltı bu hareketi unutmaz. Bana göre sistem böyle devam ettiği sürece, baskılar böyle srdüğü sürece daha büyük patlamalara doğru da gider.
EDEBİYAT PARA KAZANMA ARACINA DÖNÜŞTÜ
Toplumsal gerçekçi edebiyat bugün nerede?
Şimdi biz gençlik yıllarımızda gerçekçi, toplumsal gerçekçi edebiyatın savunucusuyduk. Ama bunu çok dar kalıplar içinde de düşünmemek lazım. Çünkü edebiyat genel olarak da sanat aynı zamanda son derece kişisel bir olay. Her sanatçının kendi bakışı var, kendi üslubu var. Bunu tabii ihmal etmemek lazım, sanatı değerlendirirken. Ama yine bütün bunlara rağmen sanatın çok kişisel ve özgür yanlarına rağmen, sanatçının toplumsal bir sorumluluk taşıdığına da her zaman inanırım. Gerek kendi ülkesi için gerek dünya için gerekse insanlık için. Bu anlamda baktığımız zaman ne yazık ki sadece Türkiye’de değil, ki Türkiye bu alanda da genellikle modaları izler, dünyada da genel olarak edebiyatın bir pazar meta haline dönüşmüş olduğunu ve modaların peşinde insansız bir eğlence meta haline geldiğini görüyoruz. İsterse bu zor anlaşılır bir edebiyat olsun, isterse güncel bir eğlence için yapılmış yazılmış edebiyat olsun. Genelde edebiyatın bir araç, bir para kazanma aracına dönüştüğünü düşünüyorum. Üzülerek düşünüyorum. Yani 19. yüzyılın büyük yazarlarının sorunları, yani onların sorumluluk sahibi kimlikleri Charles Dickens’dan, Tolstoy’a, Dostoyevski’den tutun da 20. Yüzyıl'ın Thomas Mann’nına kadar, Kafka’sına kadar. Özellikle bir Veba’nın yazarı Camus’ye kadar. 19. Yüzyıl'ın büyük klasikleri ve 20. yüzyılın seçkin büyük yazarları genel olarak sorumluluk duyan insanlardı. Edebiyatı ben hep böyle düşünürüm.
Türkiye’de gençler bu yazarları okuyorlar mı?
Gençler Türkiye’de okumuyor. Çünkü gençler durup dururken okumaz. Gençleri çocukluk yaşlarından itibaren, hatta okul öncesi çağdan itibaren başlayarak okumaya yönlendirmek gerekir. Okumaya yönlendirme olmazsa, gençler nasıl okusun. Bir de teknolojinin ilerlemesi okumayı azaltıyor. Teknolojinin tüm olumlu yanlarının yanında insanları okumaktan alıkoyan kolaycılığa yönlendiren bir yanı da var.
İSTANBUL'UN TRAFİĞİ DANTE'NİN CEHENNEMİ
Siz İstanbul’u da iyi tanıyan bir edebiyatçısınız. İstanbul’un bugünkü durumu hakkında neler düşünüyorsunuz?
İstanbul yaşanmaz bir şehir olmuştur. Havaalanına gidip ABD’ye uçmak bile bana daha kolay geliyor, buradan Beşiktaş’a gitmekten. Yani metrobüse bin, oradan in. Yani böyle bir hercümerç. Yani sanki Dante’nin tarif ettiği bir cehennem tasvirinin içine düşüyorsunuz. Bir kere bu çok büyük bir sorun. Burada tabii insanlar göç ediyorlar. Mecburen. Ekmek bulamayan buraya geliyor. Kontrolsüzlük yani denetimsizlik, kuralsızlık, kural tanımazlık her şey birbirine karışmış İstanbul’da. Artık bu şehirde yaşamak hemen hemen imkânsız hale gelmiştir. Ne olur nereye gider onu da ben bilmiyorum.