Ulaş Karadağ
Nazi iktidarının baş hukukçusu olmasıyla tanınan Carl Schmitt (1888-1985) egemen(lik) ve hukuk arasında ilişkiyi en kaba tabiriyle hukukun askıya alınması formülüyle ifade eder. Karmaşık görünen bir matris vardır: hukuk düzeninin geçerliliğinin askıya alınması yoluyla hukuksal yönetimin koşulları oluşturulmaktadır. Bu aynı zamanda devlet otoritesine işaret eder. Bu formülasyonun asıl anlamı, Schmitt’in egemenin yasa koymak için yasaya ihtiyacı olmadığı iddiasının içerisinde bulunabilir. Dolayısıyla olağanüstü haller diye adlandırdığımız durumlar esasen hukuksal yönetimin koşullarını mümkün kılan durumu ifade eder. Egemenin hukuksal yönetiminin temeli aslında istisnai bir duruma, geçerli hukuk düzeninin askıya alınmasını gerektirecek bir istisnai duruma dayanır. Kısaca, daha önce de söylendiği gibi kalıcı bir olağanüstü halde yaşadığımızı söyleyebiliriz.
İşte bu noktada şu soru sorulabilir: Hukukun askıya alınması mantığı kapitalizmin bugün ulaştığı evrede hala geçerli midir? Ya da kapitalizm ve hukuk arasındaki ilişki bugün nasıl bir boyut değiştirmiş olabilir? Bütünsel bir değişim mi, sadece askıya alma biçimlerindeki değişimler mi? Yoksa daha ciddi bir geçişten söz etmek mümkün olabilir mi? Örneğin: “Askıya alma”dan “hiçe sayma”ya geçiş? Kapitalizmle ve onun tarihçesiyle özdeş bir hukuk sisteminin ayaklar altına alındığına tanık oluyoruz.
Hukuk ve siyaset arasındaki geçişkenliğin doğal sonucu olan kriz ve gerginlikler belki de ilk defa bu kadar görünür biçimde karşımıza çıktı AKP iktidarı döneminde. Kuramsal olarak siyasal iktidarın devamını sağladığını bildiğimiz hukuksal sistem kesintisiz olarak ve tamamıyla egemenin siyasal ve toplumsal mühendislik projelerinin, dayatma biçimlerinin garantörü haline getirildi. AKP’nin otoriter şiddetinin doruk noktasına ulaştığı son dönemle birlikte ise şunu gördük: Söz konusu olan hukukun askıya alınmasından ve başka bir hukuksal rejimin uygulanmasından daha çok hukukun hiçe sayılmasıydı. Dolayısıyla yukarıdaki (elbette oldukça kuramsal) soruya cevap verebilmekten öte, ilk adımda bu sorunun haklılığı önemsenmelidir. Hatta biraz daha basit ama daha derin bir akıl yürütmeyle, Türkiye’deki yargı probleminin sadece “iktidarın yargı üzerindeki oyunları” olarak değil iktidarın egemenlik ve hukuk sorunu biçiminde kavranması gerektiğini söylememiz gerekir.
Hukuk ve İnsan İlişkisi
Diğer yandan sorgulamamız gereken bir başka nokta (egemen ve hukuksal sistem arasındaki ilişkinin yanında) hukuk ile insan arasındaki ilişkinin kuruluş biçiminin bir değişime uğrayıp uğramadığı olabilir mi? Esasen hukuk kavramının topolojisine dolayısıyla da onun gücüne dair en güzel meseli Franz Kafka Dava adlı romanın sonunda anlatır. Kafka bu meselinde taşralı bir adamın simgesel bir yasa kapısı önünde, kendisinin içeriye girmesini engelleyen hiçbir fiziki engel olmamasına rağmen bekleyişini anlatır (kapı önünde bir kapıcı olsa da, kapıcı taşralı adama fiziksel bir tehditte bulunmaz ). Taşralı adam yasa kapısı önünde duran kapıcıya gelerek ondan giriş izni ister. Fakat kapıcı o anda izin veremeyeceğini söyler. Kapı, her zaman olduğu gibi açıktır ve bu nedenle taşralı adam merak ederek başını eğer ve içeri doğru bakar. Tam burada meselin kilit noktalarından olan o etkileyici cümleyi okuruz. Kapıcı “sana bu kadar çekici geliyorsa, yasağıma karşın girmeyi bir dene. Ancak şunu bil ki, ben güçlüyüm. Ve ben sadece en alt derecedeki kapı bekçisiyim”. Taşralı adam bunun üzerine zaten açık olan yasa kapısından içeri girmez ve bekçi giriş iznini alana kadar beklemeye karar verir. Artık kapı önünde yaşamının sonuna geldiğini anladığında o zamana kadar yaşadıkları aklındaki tek bir soruda toplanır:‘Herkes yasaya göre ölüyor’, der, ‘ama nasıl oldu da, bunca yıl boyunca benden başka kimse giriş izni istemedi?’ Kapı bekçisi, adamın sonunun geldiğini anlar ve tükenmek üzere olan işitme duygusuna kendini duyurabilmek için bağırır: ‘Burada başka kimse giriş izni alamazdı, çünkü bu kapı yalnızca senin için öngörülmüştü. Şimdi o kapıyı kapatmaya gidiyorum.’”
Saf Yasaklama Durumu
Kafka’nın bu meseli farklı düşünürler tarafından yorumlanmıştır ve hepsinde hukukun gücüne dair o ortak algının farklı açıklamaları ortaya koyulmuştur. Yasa dolayısıyla da hukuk kapısının açık olması aslında başından beri oraya girilemeyeceğine işaret eder. Diğer bir deyişle taşralı adam kapıdan içeri asla giremeyecektir, çünkü bu kapı zaten açık olduğundan ontolojik olarak oraya girmek mümkün değildir. Taşralı adam zaten hukukun içindedir. Nitekim bu yüzden kapının sadece onun için yapıldığı söylenir. Öyleyse şunu söyleyebiliriz: taşralı adamın yasanın içinde olduğu halde kapıdan içeri girememesine sebep olan şey hukukun taşralı adamla kurduğu yasaklama ilişkisidir. Hiçbir şey hukukun dışında değildir ve hukuk saf haliyle hiçbir şey emretmez. Giorgio Agamben, Kutsal İnsan isimli kitabında bunu şöyle ifade eder: ”Hukukun en güçlü olduğu durum, artık hiçbir şeyi emretmediği durum –yani saf bir yasaklama durumu-dur.”
Peki bizler esasen son yıllarda tam da bu yasaklama ilişkisinin ortadan kaldırıldığı “hukuki” vakalara tanık olmuyor muyuz? Hukuk, egemenin hukuku, bireyle bir yasaklama ilişkisi kurarak onu kendi bünyesine katmak yerine (ya da onu terk ederek kendi bünyesinden atmak yerine) onu tamamıyla serbest bırakarak (fakat her zaman kapalı bir hukuk alanında) egemenin alanına hapsediyor. Tüm gözetleme ve denetleme mekanizmaları ardında sahte bir özgürlük algısının yaratılması, yasaklayarak içine katmak yerine, hiçe sayarak serbest bırakma anlamına geliyor. Fakat sınırlarını kapitalizmin kar hesaplarının belirlediği kapalı bir egemenlik alanında – her şeyin ve herkesin kapitalizmin çıkarları doğrultusunda yaşadığı ve öldüğü tamamen serbest bir özgürlük(!) alanı. Buradaki fark tam da hukukun gücüyle egemenin gücünün yer değişmesinde bulunacaktır. Kafka’nın meselinde, taşralı adam üzerinden bizlere anlatılan kuşkusuz hukukun gücüydü ve insanlar tam da taşralı adamın dediği gibi yasaya göre ölüyorlardı. Fakat kapitalizmin kendi hukukunu ayakları altına aldığı günümüzde, yaşadığımız tüm örnekler hukukun gücüne değil egemenin gücüne işaret ediyor. Ve insanlar yasaya göre değil, egemene göre ölüyorlar.