Bilgütay H. Durna
“(…) Son dönemde medyada yer alan bazı haber ve yazılar sayesinde Hizmet’e yakın olduğu iddia edilen yargı mensuplarının zaten tasfiye edildiği de kamuoyunun bilgisi dâhilindedir. Üstelik uzun zamandır tutuklu yargılamaları problem olarak gören çevrelerin, şimdi “yargı neden tutuklamıyor” diye şikâyetçi olmaları büyük bir tutarsızlıktır. Ergenekon davalarını gayrimeşru hale getirmek için vesayetçi çevrelerin dillerine doladığı “Cemaatçi yargı” ithamının şimdi başka çevreler tarafından gündeme getirilmesi ve bunların tepki görmemesi düşündürücüdür.”
“(…) Bu iftirayı atanlar, Başbakan’ı tutuklamakla Hizmet Hareketi’nin ne elde edeceğini ve sadece 9 ay öncesindeki seçimlerde yeni anayasa için cansiperane çalışırlarken neden bir anda komplocu oldukları sorusuna bugüne kadar makul, mantıklı ve ikna edici bir cevap verememişlerdir. Kendisine yakın medya ve sivil toplum örgütleriyle ülkedeki demokratikleşme çabasını ve derin yapıların ortaya çıkarılmasını destekleyen, Ergenekon soruşturmasına da bu yüzden destek olan Hizmet Hareketi’ne yakın bazı medya organlarının, KCK bağlantılı MİT soruşturmasını da bu süreçlerle bağlantılı görerek, olumlu bakması, Başbakan’a karşı bir komplonun içinde olunduğu iddiasını asla doğrulamaz. (…)”
Yukarıdaki alıntılar Fethullah Gülen’in onursal başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın 13 Ağustos tarihinde yayınladığı 11 maddelik açıklamanın “Gezi Eylemcilerini Hizmet’e yakın savcı ve hâkimler tutuklamayıp salıvermiştir” ve “Hizmet 7 Şubat’ta Başbakan’ı tutuklayacaktı” başlıklı maddelerinden.
Kısa bir hatırlatma
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesi ile birlikte yargı merkezli tartışmalarda Türkiye’nin gündemine oturmuş oldu. Esasen Anayasa Mahkemesi’nin 2007 Mayıs tarihli “367” kararı, ardından Mahkemenin 2008 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiğini saptaması ama kapat(a)maması sonrasında yargı hızlıca “ele geçirilerek” yeni bir rejimin inşası yolunda temel araçlardan birine dönüştürüldü.
Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda andığımız iki kararı iktidar cephesi açısından sürecin hızlandırılması için tetikleyici olmuşsa da, aslında planlamanın daha eskiye dayandığı artık rahatlıkla görülüyor. 2007 yılının yaz aylarında “Ergenekon” soruşturması kapsamında ilk gözaltılar ile düğmeye zaten basılmıştı. Hazırlıklara ise şüphesiz çok önceden başlanılmıştı. 2005 yılının sonunda Şemdinli’de Umut kitapevinin bombalanmasının ardından Yaşar Büyükanıt’a yöneltilen suçlamalar, aynı tarihlerde, artık neredeyse kimsenin hatırlamadığı, Van 100. yıl Üniversitesi rektörünün tutuklanması, 2006 Mayıs ayı Danıştay baskını ve hakim Mustafa Yücel Özbilgin’in öldürülmesi ile 19 Ocak 2007 tarihinde Hrant Dink’in öldürülmesi.
Bu arada, yukarıda sıralanan ve kuşkusuz uzatılabilecek listeyi önceleyecek şekilde ilk yasal düzenlemelerde “demokratikleşme” adı altında hayata geçiriliyordu. 2004 yılında DGM’lerin kapatılması, yerine “özel yetkili” mahkemelerin kurulması. Aynı yıl “yeni” TCK ve CMK’nın yasallaşması hemen ilk akla gelen örnekler.
Diğer yandan tüm bu süreç gerekli kadrolaşmanın oluşturulması içinde kullanıldı. 13 Ağustos bildirisi ile de kabul edildiği üzere, süreç boyunca “karar alıcı” noktalarda yer alan kadrolar “Hizmet’e yakın kişiler” idi.
“Yeni bir rejimin inşasında temel bir araca dönüşen yargı”da son nokta 2010 referandumu ile konuldu. Haziran 2011 seçimleri ise 1. Cumhuriyetin tasfiyesinin büyük oranda tamamlandığını, 2. Cumhuriyetin inşasına başlandığını ilan etmişti. Referandum sonrasında yüksek yargı içerisindeki yapılanmada tamamlandı. Önce “yeni” HSYK’nın oluşturulması, ardından bir çırpıda atanan 160 yargıcın blok oyu ile Yargıtay Başkanı’nın seçilmesi ve diğer düzenlemeler…
Çatlaklar görünür hale geliyor
Konulan son nokta iktidar cephesinde yaşanan anlaşmazlıkların su yüzüne çıkmasının da başlangıcı oldu. Polis ve yargı içerisinde ki etkinliği ile süreci yönlendiren cemaat referandum sonrasında gücünü ve etkinliğini daha da artırdı.
“Ne var bunda, sonuçta cemaat ve AKP aynı tarafta değil mi?” denebilir.
Sorunun cevabı bugün için daha kolay yanıtlanabilir durumda. Taraflar arasında yaşanan sürtüşmenin Haziran direnişi ile birlikte artık uzatmaları oynayan Erdoğan sonrasını planlama çalışmalarında emperyalist güçler için rahatlatıcı bir faktör olduğu açık.
Ancak, esas olarak 2010 referandumu sonrasında bu sürtüşmenin izlerini görmek mümkün. Hemen akla gelen, Oslo görüşmeleri ile bağlantılı MİT soruşturması. Ancak Deniz Feneri soruşturması, İlker Başbuğ’un tutuklanması, şike davası gibi örneklerde yaşananların istisnai ve bir kaza olmadığını gösteriyor. Tabii Fethullah Gülen’in biraz gerilerde kalmış bir konuşmasını da derinlerde yatan nedeni gözden kaçırmamak için hatırlamak gerekiyor. Gülen yolsuzluk ve ihalelerde haksız kazanca yönelik tepkisini oldukça sert bir şekilde dile getirmişti. Konuşmadan kısa bir süre sonra da Kamu İhale Kurumu’na bir operasyon düzenlenmişti.
AKP’nin uzunca bir dönem süren kader ve hedef ortaklığının bir parçası olarak cemaatin yargı içerisinde ki örgütlenmesini kabul etmesi anlaşılır bir durum. Bir tehlike görmesini gerektiren durumda bulunmamakta idi. Ancak gelinen aşamada, üstüne üstlük Haziran direnişi sonrasında kendisi için de ciddi tehlike olabilecek ve bunun işaretlerini de göstermiş olan bir mekanizmayı kontrolü dışında bırakması düşünülemez. Nitekim “özel yetkili” mahkemelerin kaldırılıp yerine terör mahkemelerinin konulması, Yargıtay’ın ve Danıştay’ın kapatılıp tek bir temyiz mahkemesi kurulmasının dillendirilmesi (AKP bugün için bu öneriden geri adım atıp, HSYK’yı yeniden yapılandıracak bir öneri getirmiş durumda) gibi önerilerin bir yargı reformu ile ilgisi olmadığı açık. AKP kendi kadrolarını yargı içerisinde etkin hale getirme çabası içerisinde.
Zemin tarifi
Yukarıdaki özet genişletilebilir, örnekler çoğaltılabilir ve çeşitli versiyonlar üzerinden tartışılabilir. Konunun gerçek ve önemli olduğu tartışmasız. Taraflar arasındaki bu sürtüşme olası siyasi kriz başlıklarından da biri. Bu nedenle de ciddiye alınması gerekiyor.
Peki ilerici, solcu hukukçular açısından yargıda ki bu tartışmalarda temel hareket noktası ne olacaktır? Ayağımızı nereye basacağız? Gözümüzü iktidar cephesindeki çatlaklara mı dikeceğiz? Örneğin cemaatin yargı ve emniyet içerisindeki etkinliğine mi yoğunlaşacağız?
Yaşanan tüm bu süreç karşı devrimci cephe tarafından “vesayet rejiminin sona erdirilmesi” olarak tanımlandı. Liberal ve dinci yazarların en önemli ideolojik silahlarından biri “vesayet rejimi” kodlaması oldu. Asker vesayetine son verilmesi ve ileri demokrasinin kurulması için mücadele ediliyordu. Statükoyu koruyan vesayet rejimine karşı milletin iradesi(!)
Çok zamanlar geçti ve bugünlere geldik. Hukuksuzluğun hukuk olduğu, tarihsel kazanımlar olarak ortaya çıkmış neredeyse tüm hakların imha edildiği bir süreçten geçiyoruz. “Kandırılmış” bir dizi liberal ve “solcu” bu sefer de “yargı vesayeti”ne karşı “demokrasi” mücadelesine devam ediyorlar. Kuşkusuz samimi olabilirler.
Ancak, yargının “eski” dönemlerin askeri gibi bir örgütlenmesinin olamayacağı, genlerinin buna müsait olmadığı açık. O ancak “işlevsel” bir araç. Ama tüm bunlardan öte, ortada bir “okuma” sorunu olduğu açık. Tabi, “nerede yok ki yargıda olmasın” denebilir.
Sol içerisinde yürüyen tartışmalar (doğal olarak) hukukçular ve hukuk örgütlenmeleri arasında da sürüyor. Devleti sınıfsal özelliklerinden soyutlayarak yapılan tespit ve çözümlemeler ile yol alınmaya çalışılıyor. Böylesi bir durumda da iktidar cephesindeki çatlaklar, cemaatin yargı örgütlenmesine yoğunlaşmak temel hareket noktası olabiliyor.
Böyle olunca da, Türkiye’de sermaye sınıfının egemenliği en iyi ihtimalle ihmal ediliyor. Bir toplumsal sınıfın egemenliğinden söz edilmediğinde de çeşitli siyasal aktörler arasındaki sürtüşmeler büyük bir heyecanla karşılanabiliyor. Oysa iktidar cephesinde yer alan bileşenlerin tüm politikaları sermaye sınıfının egemenliğinin sürmesi üzerinden yürümekte.
AKP’nin hukukun da (hukuksuz hukukunda) “kapitalizme” aykırı bir yön bulunmamakta. Yargı alanına çok hızlı bir bakış dahi bunu göstermekte. Mahkemelerin yeniden örgütlenmesi, arabuluculuk ve tahkim gibi çözüm yolları, uluslararası hukuk bürolarının serbestçe hareket etmesi, işçileşen avukatlar… Öyle ise kapitalizmi karşısına almayan bir seçenek içerisinde yol alınabilir mi?
Sosyalizm demokrasi parçacıklarından oluşan bir puzzle değil. Demokratik haklar tek tek elde edilince (yerleşince) ortaya çıkan resim de sosyalizm olmamakta. “Demokrasi mücadelesi” ile “sosyalizm mücadelesi”nin siyasi hedefleri de farklıdır. Farklı toplumsal sistemleri hedeflerler. Kuşkusuz, toplumsal hak ve kazanımlara yönelik bir mücadele önemsiz değil. Bu mücadeleler sonucunda elde edilen haklar olduğu da tartışmasız. Ancak bu mücadelenin nasıl formüle edileceği, örgütleneceği ve sosyalizm hedefi ile bağının nasıl kurulacağı önemli. Adalet İçin Hukukçular’ın 2012 yılı başlarında yayınlanan “adalet için” başlıklı çıkış bildirgesinin bu anlamı ile önemli ve hala güncel olduğunu düşünüyorum.
“(…) Artık gündelik hale gelen “hukuksuzluklar”, yeni dönemde yaşananların yeni bir hukuk yarattığı yönündeki söylemi dahi olanaksızlaştırmaktadır. Kuralsızlıkların ve keyfi uygulamaların hukukmuş gibi sunulduğu bir ortamda haktan ve hukuktan söz edilemez. (…) Bu süreçte, hukukçulara tarihsel bir görev düşmektedir. Bu yeni talepler adalet için verilecek zorlu mücadelelere denk düşecektir. Özel yasaların, özel yargılamaların ortasında kuralsızlığın kural haline getirilmesine karşı bireyin ve toplumun adalet talebi hukuk alanındaki biricik meşruiyet kaynağıdır. Ülkemizde toplumsal adalet duygusunun yok edilmesi, hukuksuzluğa geçişin temelini oluşturmuştur. Bu bağlamda, yargı alanında yaşananların sınıfsal temelleri görmezden gelinmemeli, hukuk teknisist yaklaşımlarla ele alınmamalı, sınıf mücadelesinin çok önemli bir konusu olarak görülmelidir. (…)”