Metin Feyzioğlu'nu herkes Cumhuriyet aristokrasisine mensup bir aileden, CHP'nin kodamanlarından Turhan Feyzioğlu'nun oğlu olarak biliyordu. Bizim de bundan fazlasını bildiğimiz söylenemezdi. Ne kendisini doğururken kaybettiği annesini, ne on yaşında ilk kez karşılaştığı babasını biliyorduk.
Cumhuriyet Dergi- Kendisini doğururken yaşamını yitiren annesini hiç tanımamış, babası ile yıllar sonra barışmış. Diyor ki: “İnsanların hayatlarında acılar da var, mutluluklar da...” Eski Hukuk Fakültesi Dekanı, CHP milletvekili ve Başbakan Yardımcısı Turhan Feyzioğlu’nun torunu. Onunla satranç oynamış, berjer koltuğunda otururken ülke sorunlarını dinlemiş.
Kimilerinin CHP’nin liderlik koltuğuna yakıştırdığı, kimilerinin ise cumhurbaşkanı adayı olarak adını ilk sıralara yazdığı, adli yıl açılış törenindeki konuşmasıyla da başta Başbakan olmak üzere hükümet üyelerinin şimşeklerini üzerine çeken Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu, yaptığımız söyleşide özel yaşamının gizli kapılarını açtı.
- Anneniz sizi dünyaya getirirken yaşamını yitiriyor. Oldukça travmatik bir yaşam başlangıcı...
- Ben çok acılı ama sevgi dolu bir ailede büyüdüm. Bir ailenin, bir insanın yaşayabileyeceği en büyük acıyı yaşadık. Rahmetli annem Saide 17 yaşında evlenmiş, 19 yaşında beni doğururken ölmüş. Bir ailenin tek çocuğu. Bizim aile için bunun ne kadar büyük bir acı olduğunu, talihsiz bir travma olduğunu anlatmaya dahi gerek yok. Elbette benden uzun yıllar gizlenmiş, açıklanmamış bir durum. Dedeme baba, anneanneme de anne derdim. Hâlâ da öyle derim. Annemin, kenara çekilip ağlamaları, bir anda duygusallaşması, hiç anlam veremediğim ama birlikte gittiğimiz kabristan ziyaretleri... Filmlerdeki geri dönüşler olur ya öyle gelir aklıma zaman zaman. Yine de insanların hayatlarında acılar da, mutluluklar da var.
- Tüm bunları nasıl öğrendiniz, kaç yaşlarındaydınız?
- İlkokulda çocuklardan, arkadaşlarımdan öğrendim. Ondan sonra eve dönüp sorunca annem anlatamadı. Babam anlattı. Çok kavradığımı sanmıyorum ilk anda...
- Dedeniz Turhan Feyzioğlu sizi nüfusuna alıyor. Ama babanız da hayatta.
- Ben babamı ilkokul 3. sınıfa kadar görmedim. O zaman da birkaç kere gördüm. Sonra bir 10 yıl kadar yine görmedim. Bir şekilde görüşemedik. Ama ondan sonra da ölünceye kadar görüştük.
- İlişkiniz alışılmış baba oğul ilişkisinden epey farklı.
- Gaipten gelip de bir an “Bu senin baban” dendi. Duygu karmaşası yaşıyorsunuz. Sonra da 10 yıl gelmedi. O 10 yıl yine darmadağın oluyorsunuz, öfkeleniyorsunuz. Çocuk kafasıyla suçu kendinizde arıyorsunuz, “Herhalde ben bir şey dedim, ondan gelmedi” diye. Ondan sonra da kabulleniyor, öfkeleniyor hatta nefret ediyorsunuz. Fakat bir insanın öz babasına kızması, nefret etmesi çok ağır bir yük. Bunları üzerinizden attığınız da kuş gibi hafifliyorsunuz. Lise yıllarıydı, babam Turhan Feyzioğlu çok ağır kalp krizi geçirdi. Yoğun bakımda, hayatla ölüm arasında gidip geliyordu. O sırada babam çıktı geldi. Görüşmek istedi benimle. Önce istemedim. Sonra annem “Benim hatırım için görüş” deyince görüştüm. Görüşür görüşmez de barıştık. Babam yeniden evlenmiş. Harikulade iki kardeşim var. Yeğenlerim var dünya tatlısı. Onlarla görüşüyorum. Babamın eşiyle de görüşüyorum canım ciğerim.
- Nasıl bir çocuktunuz? Muhallebi bebesi mi, mahalle bebesi mi?
- Tam bir sokak çocuğuydum. Farabi Sokak’ta o zaman taşları yollara koyup çift kale maç yapardık. Böyle cadde değildi. Bisikletle gezerdik. Tipik bir mahalle bebesi. Meyve çalarken yakalanıp dayak yerdik. Sabahtan akşama kadar sokakta oynardım. Futbol, gazoz, bilye... Çok keyifli bir mahalle hayatım oldu.
- Ailede hukukçu epeyce isim var.
- Rahmetli babamın babası Sait Azmi Feyzioğlu Kayseri’nin önemli bir avukatıydı. Osmanlı Ağır Ceza Reisi iken Diyarbakır’da görevlendiriliyor. Orada Üçok ailesinin kızlarıyla evleniyor. Büyük babaannem Diyarbakırlı. Daha sonra Rus işgalinde Doğu vilayetleri Rusların eline geçince babaanneyle birlikte içerilere çekiliyorlar. At sırtındayken iki çocukları donarak ölüyor. Savaş yıllarında Kayseri’ye kadar geliyorlar. Kayseri’de Milli Mücadeleyi örgütleyenlerden birisi. Daha sonra İstiklal Madalyası’nın kimlere verileceğini belirleyen heyette yer alıyor, ancak kendisini madalya listesine yazdı derler çekincesiyle kendi adını yazmıyor. Şimdi olsaydı kanuna göre madalya benim hakkımdı. Hep ona yanarım.
Babamdan çok şey öğrendim
- Siyasetçi ve hukukçu Turhan Feyzioğlu’na ilişkin toplumda bir algı var. Onunla sizin baba-oğul olarak ilişkiniz nasıldı?
- Dünyanın en sevgi dolu insanıydı ama çok sinirliydi. Saman alevi gibi parlardı. Öfkelendiği zaman evde gözü hiçbir şeyi görmezdi. Fakat beni azıcık üzse, sonradan kendisi daha çok üzülürdü. Ben de onu üzdüğüm için çok üzülürdüm. İnanılmaz bir ilişkimiz yardı. Başbakan yardımcılıkları döneminde dahi sevgisini, ilgisini eksik hissettiğim bir an bile olmadı. Sabahleyin çok erken kalkardı. Ben de hafta sonları evdeyse onu görmek için 06.00’da kalkardım. Onun oturduğu baba koltuğu vardı. Önemli görüşmelerde tam karşısında ikinci koltukta konuğu olurdu. İri yarı da bir adam, dağ gibi, ben de küçücük ilkokul çocuğuyum. Ben de o berjerlerden birine virgül gibi otururdum, satranç oynardık. Ama çok disiplinli bir adamdı. Çizgi romanları ciddi kitapların arasına koyar okurdum. Ondan sonra İngilizce öğrenmeye başlayınca Asteriks, Red Kit’in İngilizcelerini okumaya başladım da orta yolu bulduk. Çok disiplinliydi. Ben çocuklarıma karşı o kadar disiplinli olmamaya karar verdim. Eğer başarılıysam başarımı o disipline borçluyum. Ama bedeli de oluyor.
- Evinizde önemli konukları ağırlayıp, onların görüşmelerine tanıklığınız da olmuştur...
- Ben halıda oynarken yanımda çok ciddi konuşmaların yapıldığını hatırlarım. 12 Eylül sonrasında pek açıklanmamış bir konudur, benim önümde konuşuldu. Rahmetli Emin Paksüt ile babamın konuşması. Babam Kenan Evren’in yanından geldiğinde, “Siyasi partilerin asla kapatılmaması gerektiğini söyledim. Çünkü siyasi partiler kapatıldığında siyaset köklerinden kopuyor. Dinlemeye niyetleri yok. Bildiklerini okuyacaklar, biz bunu 1960 ihtilalinde de yaşadık. Bu darbeciler politikacının boynuna davulu asarlar, tokmağı ellerine alırlar. Ben başbakanlık teklifini kabul etmiyorum” dediğini çok iyi hatırlıyorum.
- Hukuku seçmenizde babanızın etkisi oldu mu?
- Oldu ama ona rağmen oldu. O benim iktisatçı ya da işletmeci olmamı çok istedi. Bütün hayatı boyunca herhalde hukuksuzlukla mücadele ettiği için, belki de hukukun olmadığına inandığı bir yerde hukukçu olmamı istemedi. Kendi yürüttüğü kavgaları benim de yapmamı herhalde istemedi. Kalp krizinden sonra uzun süre hastanede yattı. Orada vasiyet gibi bir defteri vardır, doktorlara rağmen gizlice yazdığı. Yakalandığında da “Gerekirse ölürüm ama bunu yazacağım” der. Bir defter dolusu mektup. Bana son söylemek istediklerini söylüyor. “Büyük adamsın, çok büyüksün diyenler de olacaktır. Siyaset ancak ülke için zorunlu olursa girilir. Asla bir meslek değildir. Mesleğinde zirveye çıkmadan siyasete girmeni asla istemem. Ülken için zorunlu olmadıkça sakın siyasete girme. Ben hayatımı siyasette tükettim sana kıyamam. Büyük adam olmaya da özenme. Büyük adam olmak kolaydır, adam olmak zordur onu başar” demişti. İyi ki de demiş. Bu sözleri olmasaydı bugüne kadar çoktan günlük siyasetin içine girer kendimi tüketirdim.
Bazı dava arkadaşlarım vefasız
- Sizin çocuklarınızla ilişkiniz nasıl? Büyük kızınız hukuk okuyor o da size rağmen mi?
- Hiçbir şekilde kızıma karışmadım. Babama hukuk fakültesinde okumak istediğime ilişkin mektup yazmıştım. Onun katılmadığı bir konuda sağlıklı ve uzun bir diyaloğu sürdürmeniz çok zordu. Çabuk sinirlendiği için uzun bir mektup yazmıştım. Onun üstüne “tamam” dediydi. “Ben de babama hukuk okumak istediğime ilişkin mektup yazmıştım” dedi. Onun da babası istememiş. O zaman öyleydi ilişkiler, babanızın önünde ayak ayak üstüne atmazsınız, odaya girdiğinde ayağa kalkarsınız. Büyük kızım hukuk istedi ve okuyor. Küçük kızım lise sonda, ne okumak istediğine ilişkin bir şey söylemedi. Ama şunu diyor “Hukuk okumayacağım”. Nerede mutlu olacaklarsa orada olsunlar.
- Evin ve ofisin patronu eşiniz Birgül Feyzioğlu mudur?
- Eşim gayet disiplinli şekilde büroyu yönetiyor. Evin patronu mudur, yok. Ama ben genellikle eşimi dinlerim. Yalnız eşime kalsaydı baro başkanlığı veya birlik başkanlığı, baro siyasetine girmezdim. Çok istediğini sanmıyorum. Çünkü zor hayatlar. Gerçekten aile hayatınız kalmıyor. Bambaşka bir hayata giriyorsunuz onu da sürekledim bu işlere. Çok uzun saatler çalışıyorum, 7.30-8.00 gibi işyerinde oluyorum. Onlardan zaman çalarak yapıyorum. O yüzden programı yetiştirebilmem için saat disiplinine uymam gerekiyor. Bizde de alışkanlık var “-geçerken uğradım” diye. “Yarım saatin yok mu” diyor; vallahi yok, olsa dükkân senin. O yüzden güler yüzlüyümdür ama programım bozulduğunda inanılmaz huysuz olurum. O programa uymadığımda iş kalır ki iş benim şahsi işim değil.
- Kimi zaman çektiğiniz fotoğrafın twitter üzerinden paylaşıyorsunuz
- Cep telefonuyla çekiyorum. Bir gün fotoğraf sergisi açmak istiyorum adı da belli “cebimden çıkanlar”. Son 2 yıldır eski bir hobime döndüm. Resim yapıyorum diyeceğim ressamlara haksızlık olacak, boya yapıyorum. Hatta tesadüfen çocukken yaptığım bir tabloyu Eşref Üren görmüş ve çok beğenmişti. Davet aldım, gelecek yıl Hacı Bektaş Veli anma etkinliklerinde bir fotoğrafım ile bir tablomu çok da ciddiye alınmayacak bir köşede sergileyeceğim. Çok zengin bir de tespih koleksiyonum vardır, hem de hastalık derecesinde.
- İlk gençlikteki mesleki hayaliniz neydi?
- Benim hayalim çok iyi bir akademisyen ve avukat olmaktı. Üniversitede hayalim buydu. Akademisyen de avukat da oldum. Her şey bir hayalle başlıyor. Kimse duymasın ama duygusal biriyimdir. Ama meslek hayatımda çok gerçekçiyimdir. Hiçbir maceraya temsil ettiğim kurumları sürüklemem. Söylemem gereken her şeyi söylerim ama maceraya sürüklemem. Daima hukukun içinde kalırım. İnsanlardan beklentilerimi asgariye düşürdüğüm için kırılganlığımı da azalttım. Ama siyasette çok karşılıksız desteklediğiniz, sarıldığınız, belli yerlere getirdiğiniz insanlar oluyor onların vefasızlığı canımı yaktı. Bu sene çok canım yandı. Hiç umut etmediğim birkaç çok yakın dava arkadaşımdan hiç beklemediğim şekilde vefasızlık gördüm. Canları sağ olsun ama canım yandı.
Fotoğraf: NECATİ SAVAŞ
İlhan Taşçı/ Cumhuriyet