10 Ağustos tarihli Cumhuriyet’te Meltem Yılmaz arkadaşımızın Amerikalı psikolog ve “aile içi şiddet uzmanı” Dr. Brian Jory ile kısa fakat ilginç bir söyleşisi yayımlandı.
Aile içi şiddet, belki daha doğru bir deyişle ve genellikle ailenin erkek bireylerinin eşlerine, kızlarına, annelerine, kız kardeşlerine, başkaca kadın, kız, çocuk yakınlarına uyguladıkları şiddet, ne yazık ki en güncel konularımızdan...
Amerikalı uzman bu konunun hangi dalında daha çok uzmanlaşmıştır, bilmiyorum.
Fakat bir konferans vermek için geldiği ülkemizde özellikle kadına uygulanan aile içi şiddetin üzerinde durması anlaşılır bir şey...
Nitekim sözünü ettiğim söyleşi “Kadınlar Çaresiz ve Yapayalnız” başlığını taşıyor...
İnternet üzerinden, Dr. Jory’nin, “Sevmek şiddete dönüştüğünde sevmeyi öğrenmek” başlıklı bir yapıtı olduğunu öğrendim. Sanırım konferans dizilerini de böyle bir başlık altında gerçekleştiriyor.
Burada temel kavram, sevginin (aşkın) şiddete dönüşmesi...
Sevgi (aşk) ve şiddet arasında birtakım çelişik, şaşırtıcı, kafa karıştırıcı, suç işlemeye kadar götüren karmaşık ilişkiler bulunduğu biliniyor.
Aile içi şiddet konusu irdelenirken de, kuşkusuz, bütün bu çoğu kez son derece karmaşık, bireysel, psikolojik ya da ruh sağlığına ilişkin sorunlar göz önünde bulundurulacaktır.
Ancak ülkemiz bakımından toplumsal bir felakete dönüşen, isyan ettirici bir gerçekle karşı karşıyayız:
Dünya ölçeğinde karşılaştırmalı bir sayımlama (istatistik) yapılmış mıdır bilmiyorum. Fakat herhalde Türkiye kadınlara karşı aile içinde (ve dışında) işlenen suçlar bakımından en ön sıralarda, belki de en ön sıradadır...
Söyleşiyi yapan arkadaşımızın da belirttiği gibi ülkemizde kadınları hedef alan (büyük olasılıkla çoğunluğu aile içi) suçlarda son on yıl içinde yüzde bin dört yüz artış var.
Bu korkunç bir artış oranıdır.
Cinayetler çok büyük ölçüde gizli kalamıyor.
Fakat pek çoğu aile içinde örtbas edilen yaralamaların, tacizlerin; dayak, işkence ve hakaretlerin haddi hesabı olmasa gerek...
Nitekim okyanus ötesinden gelen “aile içi şiddet uzmanı”, “Türk kadını kendini çaresiz ve yardımsız hissediyor” demekte...
Ve ilave ediyor: “Devlet yetkililerinin kendilerine yardım edebileceğine inançları kalmamış”...
Cumhuriyet devrimleri kadınlarımıza erkekle aynı düzeyde yurttaş olma hakkını kazandırdı...
Örneğin seçme ve seçilme haklarına sahip olmada Türk kadını, İslam ülkeleri şurda dursun, kimi Batı ülkesi kadınlarının da ötesine geçti.
Fakat erkek egemen ortaçağ tortularının beyinlerden henüz silinmediği ülkemizde, erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliklerinden vazgeçmeleri, onları kendileriyle eşit haklara sahip bireyler olarak kabul etmeleri, özellikle toplumun daha az eğitimli katmanları bakımından kolay değil...
Buna karşılık, kadınlarımızın, bütün baskılara karşın, Anadolu kültürünün (Alevilik başta olmak üzere) kimi özgün, ilerici özelliklerinin de katkısıyla, bu kazanımları büyük ölçüde içselleştirmiş olduklarını söyleyebiliriz...
Türkiye’de kadınların öncü konumu birçok alanda kendini gösteriyor.
“Arap Baharı” diye adlandırılan gösterilerle bizdeki Gezi Direnişi ve sonrasındaki toplumsal hareketlilik arasında, kadının sayıca, görüntüce ve öncülük bakımından farklılığı yeterince gözler önündedir...
Türkiye’de kadın buna rağmen kendini çaresiz, yardımsız, yapayalnız hissediyorsa; devlete inancı kalmamışsa; aile içi şiddet on yılda yüzde bin dört yüz artmışsa; bunun başlıca nedeni bu devletin Cumhuriyet devrimlerine bu alanda da ihanet etmekte oluşudur.
Bu ihanetin son on yılda ulaştığı yıkıcı boyutlar ise kadın düşmanlığıyla at başı gitmekte...
Çaresizliği aşmanın yolu, Cumhuriyet düşmanlığına karşı bütün alanlarda, kadınlı erkekli, topluca savaşımdan geçiyor...
Yarın Cumhuriyet Pazar dergisindeki yazım: “Osmanlı Ortaçağında mıyız?”
17 Ağustos 2013 - Cumhuriyet