KÖRLÜK

~ 04.12.2009, Av. Dr. Başar YALTI ~

‘Okumuş zümre’ sarsak olmadı bu denli hiç,
bu denli ruhsuz, onursuz, ürkek, yardakçı, sümsük…
Arsızlaşmadı beyin bu denli hiç, yitirip utanma duygusunu…

Nihat Behram

Nobel ödüllü Portekizli yazar José Saramago, “Körlük” adlı romanında, körlük olgusunu metafor olarak kullanarak, bir ülkede rejimin nasıl fark edilmeden değiştirildiğini anlatır. Körlerin değil, çeşitli körlüklerin var olduğunu anlatan kitap, sonunda, körlükten kurtulmanın bir zaman sorunu olduğunu vurgular. Roman kahramanı, “neden kör olduk, bilmiyorum” der. “Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, gören körler mi, gördüğü (baktığı) halde görmeyen körler…”

Uzunca bir süreden beri Türkiye’de derin bir ironi yaşanıyor. Bu ülkeye cumhuriyeti, demokrasiyi, özgürlükleri getirenler “laik orta sınıf muhafazakârı”; yetişme biçimleri, eğitimleri, kültürleri, anlayışları ve inançları gereği demokrasiyle ilgisi olmayanlar ise “özgürlükçü ve demokrat” olarak tanıtılıyor. Bu sanal gerçekliğin yaşanmasında, kimi sol eğilimli ‘aydınların’ payı olduğu biliniyor. Bu durum, aymazlığın körlük derecesine ulaştığını gösterdiği için Türkiye’de bir “aydın körleşmesi” yaşandığı şeklinde nitelendiriliyor.

Bilindiği üzere aydınlanma; Rönesans, Reform hareketlerinin sonucunda ortaya çıkmış ve Fransız Devrimiyle taçlanmış, çok boyutlu etkileri olan felsefi bir harekettir. Akıl çağı olarak da adlandırılan aydınlanmanın siyasal sonucu özgürleşmedir. Özgürlüğün siyasal kurumu ise cumhuriyettir.

Aslında, bugünün cumhuriyet karşıtları da bu bilgiye fazlasıyla sahiptir. Ancak, özgürlük ve demokrasiyi sadece kendi açısından algılayan ikiyüzlü aydın profili, dalkavukluk ve kurnazlıkla elde ettikleri statülerini özgürlük ve demokratlık, cumhuriyeti ise despotik bir yönetim biçimi olarak topluma empoze etmekten geri durmuyorlar. Bu ‘aydınlar’, son günlerde yaratılan yapay tartışma ortamının demokrasi ve hukuk devletinin gelişimine değil, iktidarın amacına bağlı olarak ortaya çıktığını bir türlü göremiyor ya da görmezlikten geliyorlar.

Bilindiği üzere, cumhuriyetin temel felsefesini özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri oluşturur. Siyasal anlamıyla cumhuriyet, bir özgürleşme projesidir. Ancak, cumhuriyetin özgürlük anlayışıyla liberal özgürlük anlayışı arasında nitelik farkı vardır. Liberal anlamda özgürlük negatif bir anlam taşır ve karışmama, müdahale etmeme anlamında bir serbestiyi ifade eder. Cumhuriyetçi anlamıyla özgürlük ise, negatif bir biçimde, yani sadece müdahalesizlik olarak değil, herhangi bir maddi ve manevi baskı (tahakküm) altında olmamayı, keyfi müdahale kapasitelerinin yokluğunu da kapsar. Özgürlük, cumhuriyetçi gelenekte ancak sağlam bir hukuk rejiminde var olan bir statü olarak görülür. Yasalar yöneticilerin elinde bulundurduğu yetkeyi yarattığı gibi, yurttaşların paylaştığı özgürlüğü de yaratır. Bu bakımdan cumhuriyetçiler, yasa yapıcıların özgür olmalarını ve özgür bir politik toplumun yaratılmasını çok önemserler. Bu nedenle, her türlü baskıdan ve korkudan arınmış bir özgürlük, ancak kurumsal olarak var olabilir. Kandaki antikorların yarattığı bağışıklık gibi, tahakkümsüzlük özgürlük de ancak kurumsal düzenlemelerle başarılabilir. (Philip Pettit, Cumhuriyetçilik,  Ayrıntı Yayınları, 1998)

Cumhuriyetin bu niteliği liberal “aydınlar” tarafından özellikle göz ardı edilir ve Cumhuriyet despotik bir yönetim gibi gösterilir. Oysa cumhuriyetçi özgürlük anlayışında, özgürlüğün yurttaşlara “eşit özgürlük” olarak yansıması düşünüldüğü için kurumsal ve düzenleyici olması gereklidir. Cumhuriyet, özgürlüğün sadece tanınmasını değil, eşit bir biçimde kullanılmasını da kendisine dert edinir. Bu nedenle özgür bir birey olmak ancak, cumhuriyetçi niteliğini yitirmemiş, demokratik bir siyasal topluluğun üyesi olmakla mümkün olabilir.

Bu gün Türkiye, yoksulluk ve cehaletten beslenen, kamusal değerleri yok ederek, sadaka devleti inşa etmeyi neredeyse tamamlayan, demokratik görüntülü tek adam despotizmi tarafından yönetiliyor. Türkiye’yi yöneten bu siyasal anlayış, yasama ve yürütme organlarını teslim almış, bununla yetinmeyerek, şimdi, yargıyı da denetimine almanın peşindedir. Meclis Başkanı’nı dahi esas duruşta isteyen aynı anlayış, yine ironik bir tutumla, askerlerden demokratlık bekliyor. Kısa bir süre önce genel kongresini yapan siyasal anlayışın iktidar partisi, 17 maddelik gündemini, seçimler dahil sekiz saatte tamamlamış, genel başkana tek bir aykırı oy dahi çıkmamıştı. “Aydın körlüğü” hastalığına tutulmuş olanlar demokratiklik bakımından elbette bunları göremezler.

Bilim kurgu yazarı Arthur C. Clark’ın dediği gibi, ” Venüs’ten gelen küçük yeşil adamlara inanan insanlarla, bilgiye dayalı bir demokrasi inşa edemezsiniz. Kanıtlanmamış ifadeleri kabul etme yatkınlığı demagoglar ve diktatörlerin başyardımcısıdır.” Türkiye’de yaşanan budur. Bu açıdan “körlükten” kurtulma, bir zaman sorunu gibi gözüküyor. Fazla uzun sürmeyecek bir zaman sorunu… Çünkü herkesi, her zaman, aldatmak mümkün değildir.

Son sözü, Nihat Behram’ın kitabına adını veren “Çıkmak İçin Bu Karanlıktan” adlı şiirinden alınan iki dizeye bırakalım:

“Ötesi yok;
ötesi: isten, küften ve salyadan zifiri bir bataklık.”

Av. Dr. Başar YALTI | Tüm Yazıları
Hits: 3024