Yeteri kadar üretemeyen bir ülkede "vergiyi kim versin" kavgası üzerine

~ 11.05.2012, Bülent SOYLAN ~

Türkiye’nin en önde gelen iş adamı Rahmi Koç şikâyet ediyor:
“Vergiyi maalesef tam toparlayamıyoruz”
İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası bir çalışma yaptırmış:
“Asgari ücretle çalışan beş milyon kişi Türkiye’nin en büyük 90 dev firması kadar vergi ödüyor” diyor.
Etraftaki gökdelenlere, yabancı mağazalara, yetkililerdeki afraya tafraya bakıp haydi kalkındık, malkındık da diyelim ama bir de bakıyoruz ki bizim bütçeler yıllardır “açık”tan gidiyor.

Rakam verelim: 1970 yılından bu güne yani son 42 yıldır bütçelerimiz istisnasız hep açık vermiş.
Önümüzdeki iki yılda da yıllık 18-20’şer milyar liradan açık vereceği kabul ediliyor.
Etti mi size üst üste 44 yıl.

Peki neden?
Bu memleket yarı yarıya vergi kaçakçısı mı?
Bu memlekette vergi toplamasını becerebilecek kimse mi yok?
Bu memlekette devlet vergi toplama niyetinde değil mi?
Tabii ki hayır.

Sayın Rahmi Koç bu işte bir “hikmet” olduğunu düşünüyor olacak ki o demecinde “Her hükümet geldi, 'toparlayacağız' dedi, ama ne hikmettir ki batı dünyasında olduğu gibi bu ülkede vergi toplanmıyor.” diyor.

Gelin o “hikmet”in ne olduğunu burada biz açıklayalım:

Malum; vergi denen olay en basit anlatımla, bir ülkenin halkı ile bu ülke halkının kurduğu şirketlerin cebindeki paradan devletin cebine “para aktarımı”dır.
Bu aktarımın iki kaynağı vardır:
Birincisi kazanç,
İkincisi; servet ya da birikimler.

Alınma biçimi ve kitaplardaki ismi ne olursa olsun; bir ülkede halk ve şirketleri yani ülke ekonomisi para kazanırken ödenen vergi kazançtan, ekonomi gerilerken ödenen vergi ise servetten ya da bir başka deyişle “hazır”dan yenerek karşılanır.
Kazanç yok, “hazır”da da yoksa devlet neyi alabilir?

Alabildiğini alır, alamadığı zaman da borçlanır.
İşte bu açıklar nedeniyledir ki, Türkiye’de hükümetler son 42 yıldır devletin çarkını “borç”la döndürmeye çalışmaktadır.
Gelelim asıl “hikmet”e.
Kazanamayan ekonomiden vergi çıkmaz.
Aynen küçük bir bakkal dükkânında ya da boşta gezer birinin işe girmesinde olduğu gibi, bir ekonomiden yeterli verginin çıkması ya da vergici diliyle “toplanabilmesi” -uzun vadede – ancak o ekonominin kazanıyor olmasına bağlıdır.

Kazanmanın yolu da  “üretim”dir.
Üretmeyen, dışarıdan başkasının ürettiğini satın alıp içeride tüketen ekonomiler “üretmiyor” ve dolayısıyla kazanamıyor demektir.
Kazanamayınca da buradan vergi-mergi toplanamayacağı açıktır.
Üretim istatistiklerine bakmayın, bu gün çeşitli değerlendirme kuruluşlarının dahi “aman ha dikkatli olun” dediği genel tablo şudur:  
Türkiye ekonomisi 2011 sonu itibariyle 240,8 milyar dolarlık ithalat yapmış, buna karşılık ihracatı sadece 135,9 milyar dolarda kalmıştır.
Yani Türkiye ekonomisi, yani Türk halkı ve onun oluşturduğu şirketler bu iki rakam arasındaki fark olan 105,9 milyar dolarlık malı kendisi üretememiş ve bu nedenle, ister yatırım, ister tüketim amaçlı olsun; borç-harç başka ülkelerin ürettiklerinden satın almak durumunda kalmıştır.
Yani yabancılara ürettirerek,
Yabancılara kazanç sağlayarak.
Bedelini yabancılardan aldığı borçla karşılayarak.
Yeteri kadar üretemeyen, dolayısıyla kazanamayan bir ülke olarak da ülkemiz maalesef vergilendirmede başarı sağlama şansını bulamamıştır.

Peki neden üretememiştir de bu durumlarla karşı karşıya kalınmıştır?
İşte işin “hikmet”ini tam da burada aramak gerekir.
*
Yıl 1947.
ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, 5 Haziran 1947’de Harvard Üniversitesi’nde verdiği söylevinde, ileride kendi adıyla anılacak olan “Marshall Planı”nı açıkladı.

Marshall, açıklamasında özetle “Avrupa devletlerinin iktisadi kalkınmalarını planlamak için bir araya gelmelerini istedi ve ortak bir plan hazırlanırsa Amerika Birleşik Devletlerinin destek ve yardımını esirgemeyeceğini söyledi (Haluk Ulman, 1991 Türk-Amerikan Münasebetleri sf.116-117)
Amerika 1929’da yaşanan büyük krizin acısını henüz unutamamıştı. İkinci Dünya Savaşının bitmesiyle ekonomide yeni bir kriz başlayabilirdi, derhal yeni pazar imkanı yaratılmalıydı. Ancak savaştan harap düşmüş asıl müşterisi Avrupa’nın Amerika’nın ürettiği malları alacak parası yoktu.
Bunun yolu, bu ülkelere krediler açılması, ancak açılan bu kredilerin üretimde değil Amerikan mallarının ithalatında kullanılmasıydı.

Nitekim öyle de oldu.
12 Temmuz 1947’de, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu Avrupalı devletler Paris’te toplanarak ABD’nin istediği koşullardaki planı kabul ettiler. Türkiye bu teşkilata 1948 Temmuzunda kabul edildi. Türkiye’de bazı yazarlar bu Marshall Planı’nın yeni bir Duyun-u Umumiye olayı yaratacağını ileri sürerek karşı çıktılar.

Planın uygulanabilmesi için şimdiki OECD’nin temeli olan Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (OEEC) kuruldu.
Bakın OECD, kendi dökümanlarında kuruluş amacını ve maksadına nasıl ulaştığını şöyle açıklıyor: (www.oecd.org/dataoecd/39/40/42122130.pdf)
“İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD), İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın yeniden yapılandırılması için Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’nın oluşturdukları Marshall Planı’nın eşgüdümünü sağlamak amacıyla 1947 yılında oluşturulan OEEC’nin (Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü) ardılıdır….
…OECD’nin ürettiği tavsiye ve iyi uygulamaların bağlayıcılığı olmamakla birlikte, üretilen ortak anlayıştan kaynaklanan “grup baskısı” (peer pressure) üye ülkelerdeki reform süreçlerini destekleyici bir işlev görmekte ve OECD çalışmalarını üyeler açısından önemli kılmaktadır.”…

Türkiye’nin ekonomik düzeni de, ekonomik düzenin bir uygulaması olan vergi düzeni de, işte  o tarihten bu yana OECD’nin yukarıda kendi sözleriyle ifade ettiği “Marshall Planı ardıllığı” yani devamı ve “grup baskısı” altında yürümüştür.

Bu “Marshall Planı ardıllığının” ve “grup baskısı” denen şeyin o tarihlerden bu günlere kadar Türkiye’ye nelere mal olduğunun, bu maliyete karşılık gerek ekonomide gerekse siyasette kimlerin önünün “ne hikmetse” inanılmaz bir biçimde açıldığının, bütün bunların ekonomik yaşamımızda ne anlama geldiğinin “belgelerine” siz de kolayca ulaşabilirsiniz.

Bunun için ilk adım olarak internetten “ Thornburg Raporu” nu arayıp o konuda biraz bilgi edinin.
Türkiye’nin sanayileşmesinin önünün bu “plan” ile nasıl kesildiğini, sanayileşmeden vazgeçirilmesini; bir tarım ülkesi olarak kalmasının, maden ve hammadde ihracatçısı olmasının, demiryollarından vazgeçirilip karayoluculuğun ve kamyon taşımacılığının “tavsiye edildiğini görün; gerisi kendiliğinden gelecek ve bu gün merak edilen “hikmet” konusu kafanızda bayağı bayağı aydınlanacaktır.

 

Bülent SOYLAN | Tüm Yazıları
Hits: 2340