Kurbağanın biri her zamanki alışkanlığıyla durgun suların üstüne birikmiş yosunları yarıp, kıyıya sıçrayınca, bir de bakmış, ne görsün? Çayırda kocaman, görkemli bir boğa otlayarak geziniyor. Bizim özgüveni tam kurbağa öküzü çok beğenmiş. „Benim neyim eksik?“ demiş, „Ben de onun gibi olabilirim.“ Derin bir nefes almış, biraz şişinmiş. Derken bir nefes, bir nefes daha. Gerçekten, o zamana dek olmadığınca kabarmış. Bu arada etrafına başka kurbağalar da toplanıp, başlamışlar onu alkışlamaya. Sadece alkışlasalar yine iyi. Onlar da „Vay canına biz neymişiz de farkında değilmişiz“ diyerek kendileri de derin nefesler alıp şişinmeye girişmişler. Böylece bir yandan kendileri şişinirken, bir yandan da en çok şişinen kurbağaya tempo tutarak cesaret veriyorlarmış. Bu arada, ilk kez şişinmeye başlayan ve doğal olarak diğerlerinden de büyük hale gelen kurbağanın nefes alacak hali kalmamış. Zar zor etrafındakilere „Yeter mi?“ diye sormuş. Ama alkışçılar bir kere havaya girmişler, kendileri de şişmeye koyulmuşlar ya. „Olmaz, olmaz! Daha, daha!“ diyerek tempo tutmaya ve kendileri de şişinip, kabarmaya devam etmişler. Hal böyle olunca, bizim kurbağanın artık şişinip kabarmaktan vazgeçme olanağı da kalmamış. „Ha bir nefes daha! Ha bir nefes daha!“ derken... Derken efendime söyleyeyim, „çat“ diye çatlamış. Tek o çatlaşa yine iyi. Hızla etrafa saçılan parçaları, çevresinde onunla beraber şişinen diğer kurbağalara çarpıp onları da çatlatmamış mı? Anlayacağınız, bir sürü kurbağa yerlere serilmiş. Bu arada biraz daha uzakta olup da şarapnel gibi etrafa yayılan parçaların ulaşmadığı kurbağalar da bakmışlar, olacak gibi değil, yavaşça içlerindeki havayı boşaltmışlar ve vıraklamadan, sessizce durgun gölün, yüzeyi yosun bağlamış sularına dalıp, gerçekliklerine geri dönmüşler.
Yukarıdaki paragrafın Lafonten’den esinlenerek mi yazıldığını, yoksa intihal mi olduğunu tartışmaya kalkmasın kimse! Asıl esin kaynağım, Türkiye’nin son yıllarda ekonomisinin hızla ve sağlıklı bir şekilde geliştiği iddialarına kanarak ve bulunduğu coğrafyada sözünü geçirecek kadar etkin olduğu sanısına kapılarak, giderek emperyal bir ülke haline geleceğini hayal edenler.
Öyle ya, ordusunun bir ucu Afganistan’a gitmiş, yardım eli Sudan’a kadar uzanmış, istediği zaman sınır ötesi operasyon bile yapabileceğini göstermiş bir ülkeden bahsediyoruz. Kendi uçağını, zırhlısını, tankını filan bile yapmaya hazırlanıyor. Hatta silah bile ihraç ediyor. Avrupa Birliği’nin bazı ülkelerinin başına gelen ekonomik felaketler de henüz ufukta görünmüyor. Dünyanın en büyük ekonomileri arasına girmeğe hazırlanıyor. Kaldı ki, görece genç bir cumhuriyet olmasına karşın, Viyana kalesinin surlarına dayanmış, Akdeniz’i kendi gölü haline dönüştürmüş koca bir dünya imparatorluğunun tarihsel mirasına sahip.
Kimisi heyecana kapılıyor, “İşte tam zamanıdır!” diyor, “ Biz Osmanlı’nın torunlarıyız; bu tarihsel mirasa sahip çıkacağız. Bir zamanlar bize ait olan topraklarda hala hükmümüz geçtiğini dünya aleme göstereceğiz!” Başka birisi “Biz Türküz, dünyaya bedeliz! Orta Asya’ya dek ırkdaşlarımız var. Afganistan bile bir zamanlar bizim yurdumuzdu. Emperyal devlet olmak için her türlü koşul bizde var!” diyerek yollara dökülüyor. Bir başkası da önce yüksek sesle bir besmele çekip, sonra da “Elhamdülillah Müslümanız! Tüm İslam ülkeleri bizim gözümüze bakıyor. İslam dünyasının lideri olmak ve dünya hakimiyetinde söz sahibi olmak bizim hakkımız!” düşünceleriyle selama duruyor.
Onun için de, ülkemin halkı sık sık “büyük düşünmek”, “büyük vizyonlara sahip olmak”, “büyük devlet gibi davranmak” vb. laflar işitiyor.
Sıradan, bilinçsiz insanın hoşuna gider böyle laflar. Bir yandan belediyenin yardım paketini beklerken, diğer yandan büyük ülkede yaşayan büyük devletin yurttaşı, ve büyük ulusun ferdi olmakla öğünür. Asil öğünecek nelere sahip olduğu on yıllar boyunca ondan saklanmış, gerçekten öğünc kaynağı olacak işler yapması yasaklanmış insan başka ne yapsın ki?
Böylece milyonlarca insan derin nefes alıp, şişinmeye yönlendirilirken, benim nefesim kesiliyor. Hepten nefes alamaz hale geliyorum. Birileri böylesi şişinmelerle kabadayılaşırken, beni tirtir titreten bir korku sarıyor. Bir yandan da düşünmeye çalışıyorum: Büyük devlet nasıl olunur?
Birçok yolu var tabii büyük devlet olmanın. Aile başına üç değil, on üç çocuk yapıp, kısa zamanda yüz milyonlarca nüfusa ulaşır, büyük devlet olursun. Olası mı? Evet! Sayılamaz kadar çok işsizlere, fakirlere ve açlara hükmeden bir devlete büyük denebilirse... Topraklarını genişletip milyonlarca kilometrekareyi zapt edersin, büyük devlet olursun. Olası mı? Evet! Çağımızda diğer büyük devletler bunu senin yanına bırakırlarsa...
Boşuna ömür tüketmeyeyim. Böylesi birçok saçmalık sayılabilir, ama bunların hiçbiri olasılık değil, “olmayasılık”tır! Hele kendi içinde sayısız sorunların hiçbirini çözemeyen, aksine her adımda kendisi yeni sorunlar yaratan; düşmanlıklarla, hesaplaşmalarla, iktidar mücadeleleriyle için için kaynayan; bir bütün olmaktan uzak, çeşitli derinlikleri olduğu ve her derinliğe başka bir gücün hükmettiği iddialarıyla çalkalanan bir devleti böylesi “olmayasılık”ların peşine takanlar, sonunda koca bir ülkeyi olsa olsa maceralara, savaşlara ve bütün ülke halkını perişanlığa sürükleyen kırılmalara götürürler.
Büyük devlet olmanın hiç mi yolu yok? Olmaz mı? Tabii var! Ve ben de Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük bir devlet olmasını istiyor, bunun hayalini kuruyorum.
- Sınırları içinde yaşayan tüm insanların etnik kökeninden, dinsel inancından, cinsiyetinden ve cinsel eğiliminden bağımsız olarak, koşulsuz eşit haklı ve onur sahibi yurttaşlar olduğu...
- Ülke halkını oluşturan Türklerin, Kürtlerin ve tüm diğer etnik azınlıkların yaşamın her alanında, hiçbir ayırımla karşılaşmaksızın özgürce yaşayabildiği...
- Her türden emek sömürüsünün sona erdirildiği...
- Milyonlarca insanı kapsayan işsizlik sorununun çözüldüğü...
- Köylünün yıllar boyunca özlediği toprağa kavuştuğu, tarım üreticilerinin ürününü hak ettiği şekilde değerlendirebildiği...
- Çılgın boyutlara varan gelir eşitsizliğine son verildiği...
- Feodal ilişkilerin, arkaik törelerin tarihin çöplüğüne atıldığı...
- Bölgesel farklılıkların ortadan kaldırıldığı...
- Eğitimin özerkleştiği, yeni nesillerin çağdaş bilimin ışığı altında yetiştirildiği...
- Bilimde, sanatta, endüstride parmakla gösterilen bir ülke haline geldiği...
(Gerisini de siz sayın.)
Asılda büyük düşünmek de tamı tamına budur!
Şimdi yeniden sorayım:
- Türkiye Cumhuriyeti emperyalist bir ülke olur mu?
- Olamaz!
- Ama bu koşulları yerine getirebilirse?.. Ki bu olabilir!
- O zaman...
On milyonlarca insanın barış içinde, birarada, onurlu ve mutlu yaşadığı bir sosyalist ülke olur...