BM PALMER RAPORU: KAZANANLAR VE KAYBEDENLER
Maalesef uzun ve çok kanlı geçen Bayram trafiğinin ardından, Bölgemiz yaygın, kanlı ve yoğun bir çatışma ortamına adım adım ilerlemektedir. Libya Lideri Kaddafi’nin NATO’nun yardımı ile fiilen iktidardan indirilmesinin ardından, “emperyal güçlerin özellikle ABD’nin, Ortadoğu’yu 21nci yy.da yeniden şekillendirmesine yönelik stratejik adımları “[1] gün ve gün hızlanmaktadır.
ABD’den rol kapma sevdası ile olsa gerek, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy de emperyal koalisyonun dilinin altındaki baklayı hemen çıkarmış; “İran'ın nükleer silah üretimiyle ilgili projelerinde ısrar etmesi halinde İran’a saldırı düzenlenebileceğini”[2] açıklamıştır. Bu açıklama “Libya; İran için sondan kaç adım öncesi?” başlıklı yazıdaki öngörüyü teyit etmektedir.
Ancak gelişmeler bununla kalmamış bugüne kadar “Strictly Confidential/Kesinlikle Özel “ gizlilik derecesine sahip ve açıklanması sürekli ertelenen BM’nin Mavi Marmara olayıyla ilgili Palmer Raporu[3] da ne olduysa aynı günlerde basına sızmıştır. Bunun ardından resmen açıklanan rapora Türkiye’nin tepkisi ise çok sert olmuştur. Çünkü Türkiye’nin ısrarı ile hazırlanmasına rağmen, Türkiye’nin beklentilerini karşılamaktan uzak bir rapor ortaya çıkmıştır. Üstüne üstlük Rapor;
· İsrail’in Güvenliğinin Gazze’deki saldırgan grupların gerçek tehdidiyle karşı karşıya olduğunu,
· İsrail tarafından uygulanan Deniz ablukasının ise, Gazze’ye silah girişini önlemek için meşru güvenlik tedbiri olduğunu,
· Bu ablukanın uygulamasının da Uluslar arası Hukuk koşullarını karşıladığını ve uygun olduğunu, tereddüde mahal bırakmayacak şekilde daha giriş bölümünde kayda geçirmektedir.[4]
Merak edenler için Raporun 80 nci sayfasından itibaren “Deniz Ablukası” için hukuk fakültelerinde “Case study/örnek olay” çalışmalarında kullanılabilecek kadar ayrıntılı mütalaalar yer almaktadır.
Unutmadan Gazze’deki Saldırgan Grupların kim olduğunu söylemeye gerek var mı bilmem ama yine de söyleyelim; “Hamas”. Bilindiği gibi Hamas deyince, Türkiye’de akan sular durmaktadır… Ancak Batılı dostlarımız, “Hamas”ın demokratik yüzünü bir türlü anlayamamaktadır. Bir de üstelik terör örgütü olarak görmektedir.
Sayın Emekli Büyükelçi Sanberk'in “şerh” koyarak vicdani arınma yolunu seçtiği BM raporu üzerinde Türkiye’de koparılan fırtınalar ise oldukça şaşırtıcıdır. Sayın Sanberk bu rapora teknik olarak karşı olsa idi tepkisi sadece “şerh” koymakla kalmaz en azından, raporda isminin yer almasına izin vermezdi. Ancak “şerh” koymakla sınırlı olan tepkisi, Sayın Sanberk'in sadece “siyasi/diplomatik” olarak karşı çıktığını göstermektedir.
Aslında 9 masum vatandaşımızın katline sebep olan, İsrail’in “Deniz Haydutluğu” daha başından hesap edilmeli idi. Çünkü savaş hukukunda abluka deyince kuvvet ve zor kullanmak iradesi beyan edilmiş olur. “Deniz ablukasının uygulanabilmesi için iki koşulun yerine gelmesi gerekmektedir. Bunların birincisi ablukanın önceden bildirilmiş olması,(notification,Notifikation), İkincisi de denetlemeyi gerçekten uygulayabilecek gerekli kuvvetin bulunmasıdır. (effectiveness, effectivité, Effektivität).[5]
Özetle Deniz Ablukası uygulayan devlet, askeri güç kullanır. Kullanılan gücün aşırılığı ve orantısız olması ise her zaman diplomatlar ve hukukçular için olsa olsa tartışma konusu olabilir. Böylece onlar da hazırladıkları raporlarda kelimeler üzerinden icra-i sanat ederek vicdanlarını rahatlatırlar. Ama sonuç üç aşağı beş yukarı değişmez, Atı alan Üsküdar'ı geçer İsrail'in yaptığı gibi... Bu raporda önemli olan İsrail'in Gazze’ye yönelik ablukasının ve uygulamalarının BM raporu ile teyididir.
İşin acı olan yönü ise bu somut veriler daha işin başından beri ortada iken, öylesine kamuoyu diplomasisi uygulanıyor ki; bu raporun taraflı olduğuna toplumun her kesimi inanmış görünüyor ve savaş tamtamlarına her kesimden destek geliyor.
Eğer gerçekten İsrail’in Doğu Akdeniz’de uluslararası sularda insani yardım konvoyuna düzenlediği “silahlı baskın” Türkiye’de planlayıcılar tarafından hesap edilememiş ise; başlıca nedenleri ve sorumluları ortaya çıkarılmalıdır. Kriz yönetimi ve karar alma süreci, alınan dersler ışığında süratle düzenlenmelidir. Ancak bu hesap hatasının gerçek olması uzak bir olasılıktır ve arkasındaki iç politik hesaplar da göz ardı edilmemelidir.
Çünkü İsrail olası tepkileri en kolay öngörülebilir devletlerden biridir. İsrail bölgede varlığını tescil için sürekli savaş halindedir. İsrail Sabra ve Şatilla katliamından, Gazze’ye kadar hiçbirinden yüksünmemiştir. Üstüne üstlük Ariel Şaron gibi Sabra ve Şatillakatliamının mimarlarına Başbakanlık kapılarını dahi açmıştır. Aşırı Milliyetçi ve iktidarını seçimle değiştiren bir Din Devleti görünümündedir. Özetle İsrail’in geçmişte yaptığı insanlık dışı katliamlar, yapacaklarının her zaman garantisi olmuştur.
İsrail “Orantısız Güç Kullanmayı” güvenlik politikalarının bir kuvvet çarpanı olarak görmektedir. İsrail’in bu olayda da "orantısız güç kullanması" stratejik hedefleri olan bir adımdır. Hedef; olası ABD/İsrail-İran çatışmasında, İsrail’e İran dışından doğrudan tehdit olabilecek en yakın ve etkin askeri güce sahip Gazze’deki oluşum Hamas’ın, kontrol altında tutulmasıdır. Lübnan’daki Hizbullah’ı unuttunuz mu derseniz, zaten İsrail bu görevi BM’ye UNIFIL (Lübnan'daki BM Geçici Görev Gücü) kapsamında devretmişti 2006’da. Bu konuda daha fazla kafa karıştırmaya gerek yok, “Bu ne Perhiz Bu ne Lahana Turşusu” başlıklı yazımda ayrıntılı olarak değinmiştim.[6] Ama planlayıcılarımız hiç olmazsa UNIFIL görev talimatına bakmış olsalardı, BM’nin kendini inkâr etmemek adına İsrail’in Deniz Ablukasına fazla ses çıkartmayacağını görebilirlerdi…
Bağıra bağıra gelen bu katliamın Dışişlerince görülmemiş olması uzak bir olasılıktır. Eğer bu konuda Dışişleri ve diğer ilgili sorumlu makamlarca “İsrail’in Orantısız Güç Kullanması” olasılığı karar alıcıların önüne konmuşsa; sorumluk bu konvoyu düzenleyen İHH’da değil, çıkış limanının egemen devletinin yönetimindedir.
Sonunda hayatlarını kaybeden masum insanlar üzerinden bir kâr zarar hesabını düşünmek dahi insanın tüylerini ürpertir. Ancak onca kayıptan sonra ortaya çıkan bugünkü resim içinde iki kaybeden iki de kazanan vardır. Bu ortamda Filistin’in BM’ye üyeliği devlet olarak tescil edilse dahi; Hamas değişmedikçe ve İsrail ile İran sorunu sonuçlanmadıkça Gazze için olumlu bir gelişme olması uzak bir olasılıktır.
Kayıp hanesinde İsrail ve Türkiye, kazananlar ise; İran ve ABD’dir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi de bu gelişmelerden “teşvik primi” kazanmış görünmektedir.
İsrail kaybetmiştir, bundan sonra vaat edilmiş topraklarda varlığını güvende hissedemeyecektir. Türkiye ile stratejik işbirliği olanakları öngörülebilir yakın gelecek içinde ortadan kalkmıştır. Türkiye ile aynı stratejik resim içindeki İsrail görüntüsünün dahi, tehdit ülkelere karşı şimdiye kadar ne denli caydırıcılık sağladığını İsrail bundan sonra maalesef tecrübe edecektir. Ekonomik kayıpları da olacaktır ancak “olmak veya olmamak” üzerinden güvenlik hesapları yapılırken bu kayıplar muhasebe kayıtlarında yer alacak ağırlıkta değildir.
İsrail ABD’ye karşı da kaybetmiştir. ABD kamuoyu İsrail’in “tekne kazıntısı şımarık kardeş” rolüne artık uzun süre sabredemez. İsrail’in ABD politikalarına yön vermek yerine bundan böyle ABD’nin bölgesel stratejik taşeronu seviyesinde işlem görmesi yüksek bir olasılıktır.
İran’la hesap kapatıldığında, Filistin’in statüsü konuşulurken İsrail bu gerçeği çok daha iyi anlayacaktır. Ortadoğu’nun gerçeklerini son yirmi yıl içinde daha yakından görmeye başlayan ABD, Filistin’deki kanayan yara kapatılmadan Ortadoğu’da stratejik hedeflerine ulaşamayacağını görmeye başlamıştır. Ancak şimdi “Ehem mi Mühim mi?” derken İran’ın nükleer tehdit olma potansiyeli her şeyin önüne geçmiştir.
Bunun en güzel kanıtı ise Kanlı Bayram Trafiği haberleri arasında gözden kaçan ABD kaynaklı iki açıklamada yatmaktadır. ABD, Türkiye’nin İsrail’e karşı alacağı önlemler açıklanırken ne tesadüftür ki aynı gün; Pentagon’un aklına “Füze Kalkanı” gelmiştir. Füze Kalkanı kapsamında Türkiye'de kurulacak erken uyarı sisteminin 2011 sonunda hizmete gireceği açıklanmıştır. İkincisi ise; Iraktaki ABD güçlerinin sözcüsü Tuğgeneral Buchanan, "PKK'yı engellemek için Irak ordusu ve Peşmerge güçleri ile beraber 'kontrol altında olmayan bölgelerde' devriye gezmeye başladık" açıklamasıdır.
Bayram olmasına Bayram da! Acaba neden ABD bizi öpmeye çalışıyor? Yapılan açıklamalarla ABD, adeta Türkiye’yi hem ikaz ediyor, hem de hatırlatmada bulunuyor. Bir taraftan sakın ola İsrail’e kızarak Füze kalkanından vazgeçeyim deme diyor, bir taraftan da uslu çocuk olursan, Irak Kuzeyinde benim hala şapkamdan çıkaracağım tavşanlarım var diyor.
Dışişleri de Füze kalkanına hemen cevap vererek teyit etti; “…ABD tarafından NATO'ya tahsis edilen erken uyarı radarının ülkemizde konuşlandırılması öngörülmektedir.” Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da “Türkiye üzerinde füze savaşı cereyan edecekmiş gibi bir kanaat doğru değil." açıklaması ile yüreklerimize su serpse de kazın ayağı öyle değil…
Aksine bu sistem İran’dan Türkiye’ye Balistik Füze tehdidini davet ederken, Türkiye topraklarını İsrail’in savunulması da dâhil olmak üzere Müttefiklerin Balistik Füzelere karşı savunulmasına fiilen açacaktır. Üstelik bu sistem Türkiye’nin bir kısmını da kapsayamamaktadır.
Eğer sadece radar sistemleri Türkiye’de ise Füze rampaları Türkiye’de olmayacaksa ki; durum aynen böyledir. NATO ve ABD Füze savunma sistemleri Türkiye’yi savunmayacaktır. Bunu görmek için uzman olmaya gerek yok sanırım. Gelelim işin ABD ve İsrail ile ilgili tarafına.
Füze roket motorları ısınmaya başladığında füze balistik yoluna girinceye kadar hedefi tespit edemezsiniz. Ama “boost phase” yani yükselme safhası olarak adlandırılan bu safhada füzenin 3-5 dakika içinde tespit edilip vurulması, sistemin etkinliği bakımından hayati önemdedir.[7] Ateşlenen füzenin hedefi Türkiye de olabilir, İsrail de olabilir, NATO ülkeleri de olabilir. Ama durun bir dakika! NATO ülkeleri deyince aklıma geldi, bir sorun daha var. İran’ın mevcut Balistik Füze menzili, ancak Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’ya ulaşabilmektedir. O halde İran’dan potansiyel Balistik Füze tehdidi vardır. Ancak Yunanistan, Bulgaristan Romanya ve Türkiye hariç diğer NATO ülkeleri menzil dışındadır.
Üstelik Balistik Füzeyi kullanan ülke için, (konumuzda bu ülke İran) birinci öncelikli hedef erken uyarı radar sistemlerinin köreltilmesidir. Bu sistemler de Türkiye’dedir. O halde İran için en öncelikli hedefler en azından Türkiye’deki erken uyarı sistemleri olacaktır. Burada da daha büyük sorun var. Çünkü bu tehdide karşı milli füze savunma olanak ve yeteneklerimiz de sınırlıdır. Sonuç olarak Radarların Türkiye’de konuşlanmasından kaynaklanacak tehdide karşı savunmamız sadece İran’ın inayetine kalacaktır.
İran’ın Avrupa’daki NATO ülkelerine füze tehdidinin sınırlı olduğunu dikkate alırsak, o halde ABD’nin bu acelesinin nedeni nedir? Olsa olsa İran ile bir çatışma ortamında İsrail’in ve ABD’nin “aşamalı uyarlanabilir yaklaşım" çerçevesinde kendilerini savunmasıdır. Çünkü Türkiye’de konuşlanacak Radar sistemlerinden daha “boost phase” safhasında gelecek bilgiler İsrail’de veya Deniz’de konuşlu ABD Füze Savar Sistemleri ateşlemek için gereklidir ve yeterlidir. ABD'nin "aşamalı uyarlanabilir yaklaşım" adı verilen füze savunma sistemiyle, Türkiye’de de konuşlanacak NATO füze savunma sisteminin yapılarının birbiriyle entegre ve paralel olacağını bizzat NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı (SACEUR) Oramiral Stavridis açıklamıştır. Romanya ile ABD arasında yapılan anlaşmada da bu husus teyit edilmiştir. Şimdiye kadar hiç bir NATO ülkesinden de itiraz gelmemiştir.
Durun durun bir dakika, hemen münafıklık yapmayalım unuttunuz mu? Bu sistem NATO sistemidir, Türk Komutanlar sistemin içinde olacaktır. Hatta “düğmeye biz basacağız” da diyebilirsiniz, ama yine kazın ayağı öyle değil maalesef…
Çünkü NATO emir komuta sisteminde bu mümkün değildir. NATO’da karar alma süreci ve komuta kontrol sisteminde hiçbir ülkenin münferit olaylara (case by case) müdahale inisiyatifi yoktur. Ülkeler söyleyeceklerini ve müdahalelerini Siyasi kanatta hazırlanan başlangıç direktifi (initiating directive) yazılırken veya askeri kanatta hazırlanan ve siyasi kanatta onaylanan harekat konsepti, çatışma ve angajman kuralları (ROE: Rules of Engagement) onaylanırken yapar. Harekât alanında komutan bu çerçevede yetkilidir. Kimse harekât alanına aklına geldikçe müdahalede bulunamaz. Üstelik şimdi sistem “aşamalı uyarlanabilir yaklaşım" çerçevesinde ABD’li komutanın da kullanımına açık.
Özetle Kaybeden yine Türkiye olacaktır. Sadece Türkiye’de konuşlu olacak radarların varlığı dahi İran’dan Türkiye’ye Füze tehdidi için geçerli bir gerekçe olacaktır. ABD ve İsrail ile “ölüm kalım” savaşı mahiyetindeki bir çatışmada İran’ın, Türkiye’yi hedef alamayacağının garantisi nedir? Askeri ve Dış Politika bakımından açıklanabilmesi mümkün değildir. Hele hele ülkenizde ABD Nükleer başlıklarının depolandığı bütün dünyaca hala kabul edilirken, İran’dan Türkiye’ye Füze tehdidi olamaz demek; olsa olsa “başını kuma sokan deve kuşu” ile izah edilebilir. “Kedi kedidir” hatta miyavlamayı bırakmış, kapınızı tırmalamaktadır.
Gelelim ikinci konumuza. ABD’nin 2011 yılı sonuna kadar Irak’taki askerlerini çekeceği bilinmektedir. ABD’nin Irak’tan kuvvet çekmesi İran’a yönelik harekâtını riske sokmaz mı sorusunu akla getirebilir. Ancak Iraktaki ABD güçlerinin sözcüsü Tuğgeneral Buchanan, "PKK'yı engellemek için Irak ordusu ve Peşmerge güçleri ile beraber 'kontrol altında olmayan bölgelerde devriye gezmeye başladık" açıklaması ile son günlerde Türkiye’nin sınır ötesi harekâtına bir anda başlayan ABD hoşgörüsü bir arada okunmalıdır. Bir taraftan siz, bir taraftan biz, artık Irak Kuzeyinde çıbanbaşı istemiyorum, İran için beklemeye tahammülüm kalmadı mı diyor yoksa ABD…
Diğer taraftan Doğu Akdeniz’de ortaya zengin doğal gaz kaynakları, Yunanistan, GKRY ve İsrail arasında bölgesel güç birliği ve eksen oluşturma girişimlerini hızlandırmıştır. Türkiye ise bu üçgen içinde dikkate dahi alınmamaktadır. Çünkü artık Türkiye Batı dünyasının bir parçası olmaktan çok NATO içinde dahi Batı’nın temkinli yaklaştığı bir “müttefiktir”. Kıbrıs Adasının batı ve güney batısındaki doğalgaz rezerv sahasının bir kısmının da Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki olası Münhasır Ekonomik Bölgesi içinde kalması ihtimali göz ardı edilmemelidir. Söz konusu Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma faaliyetleri, Bölge ülkeleri ile Türkiye arasında Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlıklarını gündeme getirecek boyuttadır. İsrail ile tırmanan ilişkiler, Türkiye’nin bu bölgede de kaybedenler safında yerini sağlamlaştırmasının tuzu biberi olmuştur.
Kazananlar hanesindeki İran’a gelince; hem Türkiye gibi bölgesel gücü hiçbir taviz vermeden kendi safında bulmuş, hem de ABD ve İsrail’in İran’a karşı savaş hazırlıklarında önemli bir atlama tahtası suya gömülmüştür. Ayrıca İran’ın yumuşak gücü Türkiye’deki İktidarın siyasi köklerinden dolayı cazibe merkezi olmaya başlamıştır. Bu gelişmeler ise sinerji etkisi yaratmıştır. Bu yakınlaşma şimdilik komşularla sorunsuz dış politika çerçevesinde stratejik derinlikle örtülmektedir.
Ama mızrak çuvala sığmamaya başlamıştır. Türkiye’nin İran, Hamas ve Hizbullah ile aynı resim içindeki görüntüsü, Batı Dünyasındaki yalnızlığını hatta dışlanma sürecini hızlandırmaktadır. Aslında bu süreç başlı başına Türkiye’nin kaybedenler safında yer alması için yeterlidir. Şimdi insan sormadan edemiyor; acaba bu stratejik körlüğün ardında Türk Milleti’nin geleceğini “ümmetleşme” sürecinde atılan hızlı adımlarda gören şark kurnazlığı mı yatmaktadır? Ilımlı İslam yolunda bir Türkiye bile, bu oyunda ABD’yi kazananlar safında başköşeye yerleştirmeye yeter de artar bile. Fazla söze ne hacet…
[4] “Israel faces a real threat to its security from militant groups in Gaza. The naval blockade was imposed as a legitimate security measure in order to prevent weapons from entering Gaza by sea and its implementation complied with the requirements of international law.”
[5] Uluslararası Hukuk, Shf. 623; Prof.Dr.Hüseyin Pazarcı
Hits: 3071